Tutarsızlık Uyarısı

"Kısa" yazılar yazmak istediğimi söylemiş miydim?


29 Temmuz 2011 Cuma

İnsanca, pek insanca.

Ece Temelkuran'ın bendeki önemini hep anlatırım, taa orta okul zamanlarımda Milliyet'teki köşe yazılarını her gün okuduktan sonra her birine hayran kalıp, kesip özel bi poşet dosyada biriktirirdim ben diye. Okurdum sonra dönüp dönüp. Lisenin sonlarına dogru ilk bilgisayarımı alındıgında, ilk açtıgım klasörler bir günlük yazılarımı tutacagım klasör, bir de Ece Temelkuran'ın yazılarını saklayacagım klasördü misal. - Ha bir de müzik arşivim tabi.
O zamandan bozmuşum ben insan halleri üzerine zannımca. Yakaladığı kısacık bi bakış, duyduğu usulcacık bi sesle anında kafasında bi sürü paragraflar dönmeye başlayan hallerim o sıralarda gelişmiş olmalı.
Hayatımda en iyi odaklanabildiğim şey sanırım, insan.

Başka şeyler yazayım diyorum, yok, müzik de moda da siyaset de insan tasvirine bağlanıyor sonunda.
Başka fotograflar cekeyim diyorum, yok, hep portrelere kayıyor görmek istediğim, okuyabileceğim yüzlere.
Başka şeyler konuşayım diyorum, en içten konuşulmamışsa hiç, içler konulmamışsa bir kez bile ortaya, gözlerle dudaklarda uyumsuzluk varsa, yok,  her şey havada her cümle gereksiz o zaman bana, hikayeler kapatıyor kendi kendini.
Bi başka şeylere odaklan, her hali algılamak zorunda mısın diyorum, ı ıh, yüzler aklımda kalıyor, sonrasında yazıveriyorum hikayelerini, her şeyini biliyorum sanki sonra o yüzün. 
Üstelik düşünmüyorum bile bunlar gelişirken, kendiliğinden oluşuveriyor. Gözün görmesini, kulagın duymasını, tenin hissetmesini engelleyememen gibi bişey bu. Bi anda oluyor işte. Diyorum ya, o zamandan bozmuşum.

Neyse, Ece Temelkuran diyordum, son kitabı "İkinci Yarısı"nda eski yazılarını toplamış, bitmesin diye yavaş yavaş okudum ama nafile.
Tam Ece gibi yazılar aşağıdakiler de işte, şiddetle tavsiye.. :

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Şimdi ne yapsın?

Aslında kendi bile istemiyor böyle kapalı olsun, bu kadar vurdumduymaz olsun. Bu kadar çabuk vazgeçmek istemiyor aslında isteyebileceklerinden, bu kadar kolay geçiştirebilmek istemiyor.
Aslında o kadar açık ki paylaşmaya, hatta o kadar ihtiyacı var ki.
En kapalı tuttugu, en sakladıgı şey, kendi ; en hassas ve en açmak istediği aslında.
Ama kapatmış bir kere kocaman bir parçasını en ücra köşeye, inanışlarını, verdiği şansları, umduklarını, güvenebildiklerini. Bir sancı ertesi. Birkaç belki?

Şimdi ne yapsın ki, kendini bırakabileceği bir yer görür gibi oldugunda hatırlayamıyor elini kolunu nereye koyacak, ayagını nereye basacak.. Ayagı o kadar korkaklaşmış ki ilerlemeye, o kadar takati kalmamış ki, aslında en cok kendisi istiyor yürüyüp gidebilmeyi. Bir gidip sığınabilmeyi. Gidememek o kadar yormuş ki aslında, hep koruyucu kalkanlarıyla gezmek o kadar ışıga hasret bırakmış ki bedenini, üzerinde ne yük varsa onu geri iten-yere çeken atıvermeye o kadar muhtaç ki. Kendine bile çaktırmadan, yoruluyor. Yoruldugunu söyleyemeyecek kadar saklanmış kendi içerisine, görmüyor kendisini.

Sahi, nasıldı daha önce? Ellerini uzatabilir miydi örnegin uzaktaki bir şeye yetişebilmek için? Bi’şeyi kaybettiğinde onun için üzülebilir miydi, şöyle bir hakkını vererek? Uğraşmaya değer görebilir miydi, şöyle sabır edip?

Şimdi ne yapsın, hatırlamıyor ki, olduğu yerde dönüp duruyor, etrafından gelen geçenleri seyredip, her birine biraz ilişip kendi noktasına geri dönüyor, hızla dönüp ayrıntıları göremez hale gelip hep aynı yerde oldugunu fark edemez olmak istiyor, uyuşturuyor bedenini, zihnini. Birinin gelip durdurmasına o kadar ihtiyacı var ki, bir an bir durabilse söyleyecek. O an düşüverecek durduran kimse, onun üzerine, kim elini uzatıp sarsıp durdurduysa onu. Ne zaman başladım ben dönmeye diye soracak önce, sonra anlatmaya başlayacak yavaş yavaş yürürken..