Tutarsızlık Uyarısı

"Kısa" yazılar yazmak istediğimi söylemiş miydim?


25 Şubat 2012 Cumartesi

Mutfak

Bir önceki postta "üretmek", "güzellik paylaşmak" demişken ;
Üretmek-yaratmak dediğimiz şey, insanı "var hissettiren" bir şey demişken....

Üretmenin çook sınırsız bir şey olduğunu paylaşmalıyım.
Tabi ki teknik-sanatsal vs bir çok somut şey üretilebilir her daim. Ancak bir insanda anlık da olsa bir duygu oluşturabilmişseniz şu ya da bu şekilde, bu da bir üretimdir zannımca.
Anlık bir ışıltı, anlık bir heyecan, anlık bir sevinç vs üretebilir bir insan başka bir insana.  Belki ürettiği somut bir şey ile, belki gözündeki bir pırıltıyla, güzel duruşu ile.
Duygusal, fiziksel heeer türlü güzelliği doya doya yaşamalı, paylaşmalı insan, elinde olanı ardına koymamalı pek.

"Estetik" önemli bir şey. "Güzel" şeyler önemli, "beğenebilmek" çok güzel.

Ben küçük yaşlarımdan beri hem matematiği feni severim, hem görsel-duyusal her türlü sanatı, "güzel" olanı yani, karşısındakine bir duygu üretebilenini.

Bizi sayısalcı-sözelci - sanatçı vs diye ayırıyorlar, ne kötü.
Sayısalcıların hayal kurabilmeye, güzellikleri hissetmeye ihtiyacları var, insanları anlayabilmeye, ifade edebilmeye ; sözelcilerin, sanatçıların da hissettiklerini, teorilerini, hayal ettiklerini nasıl uygulayabileceklerine dair teknik bilgiye, sisteme..

Bir mutfak düşünün, hayaller, denemeler, teoriler, pratikler, ölçüler... Heerşeye ihtiyacınız var, biri olmadan istediğiniz sonuç her zaman biraz eksik kalır.
Sanat tarafı hayal kurabilmeyi, uçabilmeyi sağlıyor , teknik bilgiler o hayale nasıl ulaşılabileceğini söylüyor.
Üretmek dediğin, hayal etmekten başlıyor. Hayallerini üretebilme fırsatın olunca daha cok hayal kuruyorsun, daha cok yaratıyorsun, döngü sürüp gidiyor..

Bakın ben neler ile oynuyorum mesela.. Hayal kurmak için, beynin monotonlaşmaması için insanı süper zinde tutuyor bir şeyler üretmeye çalışmak. İlham her yerde :)












Kendini Gerçekleştirme Sanatı

Maslow'un ihtiyaçlar teorisinden sık sık bahsetmişimdir muhtemelen burda da; bireyin hayattan beklediklerini, birey hissetmek için teker teker nelere hangi öncelikle ihtiyaç duyduğunu tanımlar bu teori.

Özet olarak;
*Bireyin var olabilmek için öncelikle yemek içmek uyumak gibi fiziksel ihtiyaçlarını sağlamak isteğini; *Ardından can güvenliğini, var oluşunu tehlikelerden korumak gereksinimini ;
*Sonra aile ve arkadaş çevrelerince sevilmek kendini bir topluluğa dahil hissetme ihtiyacını,
*Bunları sağladıktan sonra biraz itibar elde etmek, kendini toplumun saygın bir parçası olarak hissetmek isteğini,
*Ve son olarak "kendini gerçekleştirme" dediğimiz bireyin kendi hayatını anlamlı bularak tam anlamıyla kendini hayatın içinde, üretken, yaratıcı olarak yaşamını her yönüyle kabul edip var hissetmesi, değerli hissetmesi süreci 'ni  anlatır.



Sanırım şöyle oluyor : Asıl hedefimiz zirvedeki "kendini gerçekleştirmek" noktası oldugundan, arada aşağıya düşüp dursak da tırmanmak çabamız bitmiyor hiç birimizin.  Yollar farklı oluyor sadece. Herkesin kendini "yaşama ait hissetme" yolları farklı.  Kimi maddiyat aile var olabileceğini düşünüyor ( ki ben onların yukardaki piramitin "love-belonging"kısmında takılıp kaldıgını, o eksikliği de "madem beni sevmiyorlar çok zengin olayım da hayran olsunlar, hayat benim olur" tarzında hastalıklı bir duygu oldugunu düşünüyorum ); kimi "tamamen" kariyerine başarılı olmaya takıyor (ki bu da en çok saygı görme-degerli hissetme tarafında sıkıntı oldugu göstergesi sanırım ); kimi tamamen boş veriyor, kötü-şanssız hayat şartlarında daha bedeninin sağlıgından-güvenliğinden emin degil...
Herkesin hedefi o zirve olsa da alt basamaklar sancılı yani biraz, herkes tırmanıp düşerken bir sürü yara bere içinde kaldıgı için mecali kalmıyor bazılarının, bırakıveriyorlar.. Zaten ulaşılacak öyle bir yer olmadığını düşünüp.

Uzatmak istemiyorum yine ;
Ama nasıl oluyorsa insan bazen kendini o civarlarda, en azından oraya yakın gibi hissedebiliyor. alt taraflardaki kırıklar çizikler var ola dursun, onları da o şekilde kabullenip; kendini var hissedebiliyor.
Bu, en çok yaratmakla, birilerine& hayata faydalı olmakla, olumlu hisleri paylaşmakla olabilen bir şey.
Zaten, insanı en mutlu eden şeyler araştırmasında "birilerini mutlu etmek" ilk 5te idi sanırım. Yani benim "şimdilik" geldiğim nokta o şekilde. Arada insanları hakkaten mutlu edebilmeyİ, onlara pozitif bir şeyler katmayı bir deneyin derim.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Meaning of Difference

En Mühim Mesele

Hakkaten böyle bir insan tipi de var.
Özgürlüğünü tutsaklığı ile elde etmeye çalışan.
"Sahip olmaya" esir olmuş.
Devamlı daha da çok mutlu olabileceği düşünüp anından mutsuz olan.
Oysa ki hayatta "en az onun kadar güzel olabilecek" daha neeleer neleerrr ...
Ohooo.. Hissetmeyen bilmez.



EN MUHIM MESELE*
Toprak doyurasi gozleri doymuyor
Cok cok para kazanmak istiyorlar;
oldurmemiz, olmemiz lazim geliyor
cok cok para kazanmalari icin.

Elbet de asikare yapmiyorlar bunu :
renk renk fener asmislar kuru dallara,
yalanlari salmislar yollara,
hepsinin de kuyrugu telli pullu.

Davullar dovuluyor pazar yerinde
cadirlarda kaplan adam, deniz kizi, kesik bas,
pembe donlu canbazlar tellerin uzerinde
hepsininde yuzu gozu boyali.


Aldanip aldanmamak,
Iste butun mesele.
         Aldanmazsak : variz!
        Aldanirsak : yok!
*Nazim Hikmet 1951


12 Şubat 2012 Pazar

Yüz-leş-me.

"Memnun oldum tanıştıgımıza. Senin gibi birilerini tanısam keşke.."
"..Ben de memnun oldum.."
"Bir şey söylemeye çalışma ,biliyorum , görüşemeyiz bir daha. Görüşürüz desen bile gelmeyeceksin. Tesadüfen belki.."
"Galiba .. "

Mahcubiyet dedikleri böyle bir duygu sanırım tam olarak. Kelimelerin bogazına düğümlendiği, ne desem nasıl desem bilinmeyen.
Demek ki insan bazen hakkaten "karşısındaki onu çok sevmesin" isteyebiliyormuş. Karsısındakinin ihtiyacını farkedince içi sızlayarak "aman çok iyi davranmayım da bana bağlanmasın" diyebiliyormuş.

Yok, öyle tek gecelik tanıştım seviştim bilmem ne hikayesi degil bu.  Ne kadar oralardan tanıdık gelse de kulaga, erkek kadın mevzularıyla alakası yok.

İnsanın hayatı belli bir oturmuşluğa ulaştıktan sonra bir çemberi oluyor galba devamlı görüşebileceği "yakın
çevresi" için. Biir sürü insanla, her cinsten her tipten insanla konusmayı cok cok seviyorsun da, o yakın çemberin içine alamayacakların oluyor, alamadıkların.  Biliyorsun yani, o anda farkediveriyorsun onunla daha gidemeyeceğini. Gitsen de bunun sadece vicdan azabı yaşamamak için olacagını. Ki bunu daha da saygısızlık sayıp o anda ondan da vazgeçiyorsun.

İnsanların kişiliklerinden özelliklerinden bagımsız bir şey bu, sevip sevmemiş olmanla da alakası yok; hayatlar ile ilgili sadece. Acayip geçmişler var, çok acayip yaşantılar.

Hayat bazen gerçekten acımasız, adaletsiz.
Ve sen bunu değiştiremiyorsun. İçin burkuluyor hayatlarını anlayıp anladığını onlarla paylaşmak destek olmak istiyorsun, ama kendi hayatından ödün vermek istemiyorsun.
Hiç bulaşma o zaman, hiç dengelerini bozma; o zaman da duyarsız hissediyorsun kendini, hadi bakalım.

O'na "Bak yanındayım yalnız değilsin"i hissettirmeye çalışırken duygusal bir masturbasyon halinde yakalıyorsan kendini, kendinden tiksiniyorsun çünkü. Çünkü bunu onun için degil kendi için yapanlar da var çünkü bazen, onun için olsa daha sonrasını da düşünür, ama ı ıh, bu "anlık iyiliğin" hazzı onun  rahatlamasını sağlıyor, hem de hayatından bir şey vermemiş oluyor.  Sen bu hali farkettiğin, yani aslında insanların birinin kötü şartlarını anlayıp ona destek vermeye çalışırken bile kendi şartlarından ödün vermeyi hiiç istemediğini farkettiğin anda,  rahatlamak yerine daha gergin ve sinirli hissediyorsun kendini.
Kendi "iyiliğini" kendine ispatlamak için, daha fenası "birilerine ispatlamaya çalışmak" için, bir kez daha başını rahatça yastıga koyabilmek için farkında olmadan bu "iyilikleri" yapanları görünce her şey vıcık vıcık geliyor, iyi olmasın kimse istiyorsun.

Kendini dahi sorguluyorsun işte hatta, güya iyilik yapmaya çalıştıgın birini hayatının bi yerinden sonrasında istemediğini-belki ondan korktugunu farkedince.

İnsan kendini o zamana kadar hiç kurmayacağını sandıgı cümleler kurarken bulabiliyormuş demek ki.
İnsancanlısıyız, acaip sevgi doluyuz, yardımseveriz vs... Ama kendi hayatlarımızda bir şeylere aman da zarar gelir diye ödümüz kopuyor bazen, korkak ve bencil oluyoruz.  "İyi olsunlar ama cok yakınımda olmasalar daha iyi." gibi.
Korkularımız bizi bencilleştirip igrençleştiriyor bazen.

Gel-Git-Gel.

Yekta Kopan'ın bir kitabında diyor ki ; "Kaçmak isteyene sıgınacak liman çok. Ama sen açık denizde olmalısın devamlı.. "


Sığınacak "şey", bazen bir yer, bazen bir kişi, bazen bir düşünce.. Hakkaten bulmak istenince, çok. Herkesin tutunmaya,sıgınmaya ihtiyacı var bişeylere.  Arada birden hepsi yok oluveriyor ama.
Tutununca , ne kadar yok yok bu sefer mesafemi koruyacam desen de, ipek böcegi misali inceden inceden örülüyor baglar, hissettirmeden.
Sonra ya sen o limandan kaçmak isteyeceğin bir zamana geliyorsun, ya o liman oradayken yok oluveriyor birden, pıırr diye.

Tek başına sürdüremezsin, gerçek.
Hep insanlarla da sürdüremezsin, gerçek.
Zaman gelir yalnız kalırsın, kalmadın mı hiç?
Zaman gelir yalnızlığı sen istersin hatta, istemedin mi kaç kez?
Senelerce en önemlim dediğin "şey"i yapmaktan vazgeçiverirsin bir gün; insan işte belli mi oluyor, olmuyor.

Limanların olacak yani, olsun, olmalı, hakkaten sağlamlaştırmak gerek hatta, yerlerini sabitlemek için ugrasmalısın da hatta, önemlerini küçümseme; amaa olur da anlık bir sarsıntılarda düşüverip bogulursam diye limana korkuyla yaklaşmamak için azcık açık denizde de hisset kendini arada, o da başka bir güç.

Bazen bir yerde(mekan, kişi, hobi, ne bileyim..)  uzun süre aynı coşkuda kalabilmek için, o yerden arada kaçabilme özgürlüğüne sahip olman da gerekiyor çünkü. 
Gel-gitler sonrası hala oradaysa o ve sen hala durup durup dönmek istiyorsan oraya, ne güzel.  Varlıgını kayıtsız şartsız kabul etmekten daha da degerli artık o.  

Balkanic soul

Her gün şu adamın bir şarkısını dinlesem.. Ömrüm uzar herhalde.

Bulgaristan'dan göçen büyük büyüklerimden kan mı çekiyor bilemiyorum; balkan müziği deyince akan sular durup oynamaya coşmaya başlıyor bende.
Müzik ruhun gıdası evet ama Goran Bregoviç'in müziğinin yanında bir de en başta kendinin bu kadar "güzel" eğlenebilmesi enerjiye neşeye iyice doyuruyor insanı.





7 Şubat 2012 Salı

bir varmış bir yokmuş

Bu blogun adı , adresi gibi bisürü seçenek denenmiş de en sonunda hiç biri olmayınca "amaaan" denilip konuluvermiş bir ad degil aslında.

Lise civarında bir blog girişimim olmuştu, adı yine "bir varmış bir yokmuş" idi.
O zamanlar da insanın bir gününün bir öncekinden cok farklı, cok daha fazla ya da cok daha eksik olabileceğini farketmiştim. 

Kendi hallerim de bir gün "içerde" bir gün "dışarıda" olabiliyordu hem. yazı yazmak da öyleydi, bir ay 7 8 yazı yazıp , 4ay yazamıyordum, blog bir var oluyordu bir yok;  çevremdekiler de öyleydi.  Demek ki bu böyle dedim. Var ve yok arasındaki zaman , kafanı o tarafa cevirene kadar, o telefon calmaya başladıgından sen açana kadar, o mailin konusunun üzerine tıklayana kadar, dudaklarının açılıp kapanmasına kadar, o kelime- o cümle bitene kadar; yani aslında hep "göz açıp kapayıncaya kadar".
Bazen bir süreç oluyor vardan yoka; ya da yoktan vara, ama hissettirmiyor tabi kendini hiç.
Sonuç olarak yok oldugunda sana daha az önce varmış gibi geliyor,
ki grileri olmayan insanlar da var. Siyah ya da beyaz her şeyleri.
"Ben'den degilsen öteki'ndensin." diyebiliyorlar. karşısındakini-seni "yok" sayarak.

Güzel bir şey degil aslında ama olagan bir şey oldugunu bilmek- kabulllenmek gerek.

Ha bir de yok diye bir şeyin de olup olmadıgı göreceli bence. Anlık yani.  Artık yok sandıgın şeyler bir anda belirebiliyorlar,bir zamanlar varlıkların hatrına.

Bir yokmuş bir varmış dersek daha güzel bir his bırakıyor degil mi ? Öyle de diyebiliriz o zaman.

Ama siyah ve beyaz arasında griler var. Evet var. Hissedilemeyecek kadar kısa da olsa, görelemeyecek kadar hızlı da geçse, griler var. Yakalayabilene...