Tutarsızlık Uyarısı

"Kısa" yazılar yazmak istediğimi söylemiş miydim?


3 Kasım 2012 Cumartesi

Kendiligindenlik

Hayatinla ilgili kararlarin, dogrularin, zihne ya da kalbe kendiliginden geliverdigine inanirim. Genelde karar vermeye calismak bos gelir o sebeple, baya zaman kaybi. Cok dusunuyorsan bir seyi, onun olmamasi gerektigine ya da 'su an' olmamasi gerektigine kalpten inanirim. Oyle oldu hep cunku,  olankar hep 'oluverdi'. Hic baska bir secenege, ertelemeye, tereddute firsat vermeden, cok guclu sekilde. Irade ya da heyecan gibi faktorler ileri geri goturebiliyor tabi surecleri ama i ih, akisa birakinca goruyorsun sadece dogrulari. Dusunerek cikacak seyler degil 'hayirlilar' cogu zaman. Dusunerek verilen kararlar, bir seyi o kararlar dogrultusunda 'oldurtmaya' calismayi getiriyor, ki bu insan dogasina aykiri, hatta hayata aykiri. Oyle gitmiyor cunku o.

Osho'nun bir yazisina denk gelmistim, her okudugumda ilac gibi gelen, yukarida yazdiklarimi destekler nitelikte biraz, bir sey yapmiyor olusunu bile 'icinden oyle gelerek duruyorsan'' pozitif degerlendirebilen.

"Ne yaparsan yap, sadece mümkün olduğu kadar onu bütün bir şekilde yap. Yürümekten hoşlanıyorsan, güzel! Şayet ansızın artık hareket etme dürtüsü ya da arzusu olmadığını fark edersen, derhal otur; senin iradene karşı tek bir adım bile atılmamalı.

Ne gerçekleşirse gerçekleşsin, kabul et ve ondan hoşlan; ve hiçbir şeyi zorlama. Konuşmaktan hoşlanıyorsan, konuş. Sessiz olmak hoşuna gidiyorsa, sessiz ol ― sadece duyguyla hareket et. Tek bir an için bile olsa herhangi bir şekilde zorlama, çünkü bir kez herhangi bir şeyi dayattığında sen ikiye bölünürsün ― ve sorun yaratır bu; sonra bütün hayatın bölünmüş olur.

İnsanlığın tümü neredeyse şizofrenik olmuş hâlde, çünkü bizler her şeyi zoraki yapmayı öğrenmiş bulunduk. Gülmek isteyen kısım ve gülmene izin vermeyen kısım ayrılır, ve sonra sen bölünmüş olursun. Bir üst sınıf ve bir alt sınıf yaratırsın, ve çatışma olur. Çatışmanın yarattığı çatlak daha ve daha ve daha da büyüyebilir. Öyleyse problem bu çatlağa nasıl bir köprü kurulacağı, ve onun artık nasıl yaratılmayacağıdır. Zen’de çok güzel bir özdeyiş var:

Oturuyorsun, sadece otur. Yürüyorsun, sadece yürü. Hepsinden önemlisi,
Bocalama. "

25 Ekim 2012 Perşembe

Get drunk!

Always be drunk.
That's it!
The great imperative!
In order not to feel
Time's horrid fardel
bruise your shoulders,
grinding you into the earth,
Get drunk and stay that way.
On what?
On  wine, poetry, virtue, whatever.
But get drunk.
And if you sometimes happen to wake up
on the porches of a palace,
in the green grass of a ditch,
in the dismal loneliness of your own room,
your drunkenness gone or disappearing,
ask the wind,
the wave,
the star,
the bird,
the clock,
ask everything that flees,
everything that groans
or rolls
or sings,
everything that speaks,
ask what time it is;
and the wind,
the wave,
the star,
the bird,
the clock
will answer you:
"Time to get drunk!
Don't be martyred slaves of Time,
Get drunk!
Stay drunk!
On wine, virtue, poetry, whatever!"


*Charles_Baudelaire

21 Ekim 2012 Pazar

Sıkıldım uçmak istiyorum

"Yasam sıkıcıdir dostlarim! Ama bunu dile getirmemek gerek."
John Berryman."Dream song 14"

Bazen gercekten boyle oluyor. Cok fena bi cikmaz.
Cogunlukla degisik fiziksel ya da spirutuel yollarla bunu atlatabilsen de, alttan alttan kendini hatirlatan bir 'ee bu da bitti simdi napcaz?' sorusu var her an disari cikmaya hazir bekleyen.

Ve arada zayif zamanina mi denk geliyor, hayat gercekten cok mu bunaltici oluyor, neye gore bunaltici oluyor, ne kadar senin degistirebilecegin bir sey oluyor bu; olasi sebepler yuzlerce olabilir, ama sonuc olarak bazen her sey cok sıkıci oluyor!

Sıkıcılik en cok inancinin gittigi zamanlar oluyor galba. Ozledigin seyleri yasayabilecegine dair inancinin yok oldugu zamanlar. Ozluyorsun, istiyorsun, ama inanmiyorsun. Cok boktan!

Velhasil, nereden nereye atlayacagim fakat, insanlarin icinde amator ruhlar olmali ey blog! Genc, salaş, rahat ruhlar. Samimiyeti baz alan. Gerisinin ayrinti oldugunu bilen. İcini ısıticak gulumsetecek seylerin pesinde olan; İmajinin, gorunumunun, profesyonelliginin sartlanmalarindan once.

Planlarinizi zora sokacak olmasina ragmen icten gelen 'hadi bi de bi bira mi icsek?!" sorusuna yanindakilerle gaza gelip gerekirse kostura kostura gidip o 'canin cektigi' biranin icilip gelinmesi ruhu, hic bi planlanmis basariyla elde edilemeyecek bir mutluluk mesela.

Galba, hayat gunluk rutinin ya da kendini sartlamisliklarin disina cikabildigi kadar guzel.
Bir anda oluverenlerin heyecaniyla.
Her zaman yapamiyorsun ama buna acik olmak bile yetiyor bazen sadece, hic olmazsa.

Bu da bu yazinin uzerine sifa niyetine aklima geliveren :
http://www.youtube.com/watch?v=Mio0n09nQdU&sns=em



Sonuc olarak

Hayatta sadece bizim yaptiklarimiz-yasadiklarimiz olmadigini, ayni anda ayni zaman diliminde milyonlarca baska olay da gelistigini dusunursek; insanin kendi yaptigi biseyin sonucunu tahmin etmeye calismasi sacmalik aslinda.
Sonuc dedigin seyin ortada patlayivermesine kadar gecen surecte, sen ve senin yaptigin seyden etkilenen nesne arasindaki baglanti sadece sen ve o olarak kalmiyor cunku.
Kocaman gecmislerden kaynaklanan algilarin basli basina yaptiklarini-soylediklerini bambaska yerlere cekebilecegi gibi, tam da o an'da cevrende senin bilmedigin seyler gerceklesiyor olabilir, 'nesne'yi etkileyen, senin bilmedigin.
Haliyle, hersey sana bagli degil. Hersey senin bildigin ya da tahmin ettigin gibi hic degil.
Sana dusen, cogunlukla aklindaki sorulara cevaplar bulabilmek icin daha acik ve net olmaya calismak.  Gozlemek belki, cevap bulunabilecek bir donemde degil isen.Tahminler kulliyen yalan cunku.
Sonuclar kestirilemez cunku, kestirilemiyor. Senin disinda cok sey var bu yasamda yasayan, hareket eden.
Zaman, ihtimaller denizi bisey. Asla duragan kalamayan. Beklerken bile sıkıntıdan kararlarin kendiliginden degisebildigi. Sen bisey yapmadigini dusunedur! Sıkılıp kendini o an olamadigin bir yere yonlendiriyorsun aslinda o anda.
İleri goruslu olabilecegin seyler belki var, ama cogunlukla hersey biraz da rastlantisal, kaygan zeminli.
Gelecek icin onyargi demek, korku demek, bazen inanc demek; biraz da allahcilik oynamak gibi bi'sey demek. Planlamadan oluveriyor bazen, ongoremeden.
Sen kimsin ki tahmin yurutebiliyorsun sonuclar icin? Hersey senin bu kadar disinda gelisebiliyorken.



12 Ekim 2012 Cuma

Şerefe!

"Kurduğumuz tüm hayallere rağmen değişmeyen dünyanın şerefine."  
To Vlemma Tou Odyssea (1995)

İcerken tokusturdugun kadehler bunun icin cogu zaman. 'Ne yazik ki degismeyenler' icin. Degistiremediklerin icin. Degistirememekten sıkıldıklarin icin. 
Kendin icin mesela. Olamadiklarin, Olduramadiklarin icin. 
İsteyip de sevemediklerin, Sevip de istettiremediklerin icin. 
Guler yuzlu gunun sonunda yatagindaki karmasik ruyalarin icin. 
Konusup da soylemekten kactiklarin,bakarken gostermektan korktuklarin icin.
Her sefer baska turlu kararlar vermis olsan da, uygulayamadiklarim icin. 
En sonunda kararlar vermekten de vazgecmisligin icin hatta. Azalan hayallerine. -ki bu en acisi-
Anlayamadiklarin icin ya da. 
O ya da bu sebeple, degistiremediklerin icin işte.. 
Bazen sadece 'degissin' istedidigin, yani kabullenememeyi degistiremedigin icin...
"Daha başka" olamayacakları her farkedişinde içine yayılan buz gibi hava için.
Şe-re-fe diyorsun kocaman. 
Şe-re-fe !

8 Ekim 2012 Pazartesi

Oku bakayim?

Ha bir de boyle bir sey var. (psikeArt'tan almistim galba bunu)
Kekeme gibi uzatiyorsun o bikerede soylenip bitmesi gereken heceyi bazen. Ne kelime olabiliyor, ne hece kalabiliyor.
Sussan olmuyooor soylesen olmaz baabinda.
Ki bir de cumleler kurmaktan bahsediyoruz, ohoooo..



Netlikler oncesi hep boyle olur.


29 Ağustos 2012 Çarşamba

Portakal orda kal.

Öyle oluyor ki bazen;
İnsanın tahammülü kalmamış oluyor bir şeylere.
Bıkkınlıklarını hatırlatan en ufak bir şey görmek duymak istememesinin yanında, içine yorgunluklarını hatırlatan minicik bir duygu sızdıgını hissederse o anda herşeyi elinin tersiyle itip koşa koşa gidesi-ya da gönderesi geliyor. Ardına bakmadan. Hiiiç umursamadan. Elde de degil, için kopuyor kaçıveriyor ordan; sen orda duruyor gibi görünsen kaç yazar..

Rüzgara kapılıp giderken kendi özünden birşeylerin de hafif hafif uçuşmuş oldugunu, gitmiş oldugunu farkedip geride ellerinde bisürü ıvır zıvırla dururken yine de "ellerim bomboş yüregimde bir sızı" kıvamında bulunca kendini ;
Başka hiiiç bir şey önemli olmuyor sen'den.  "I ıh" diyorsun. Yok, gelme, git, dur.. ve nice diger negatif ünlemler. Vallaha şu kadarcık katlanamıcam.

Yürürken önünde dikilen teyzeye, para üstü vermeyen taksiciye, işini düzgün yapmayan adama, mızmızlanan kıza, minicik aklıyla seni tavlamaya çalışan züppe çoçuga, gözü heryerde olan akıllı sevgiliye, hemen ay sana çok yakıştııaa diyen magaza görevlisine, içip içip yanına sokulana, zor bi zamanında nasılsın demeyene, ota boka trip yapmaya calışana, hatta saçmalayan politikacıya, sanatcıya, köşe yazarına ..
Minnacık bile katlanamıcam.
Yaklaşmayın arkadaşım, ı ıh.

Adam olun.

Hee, coştum yine dalgalanıyorum ben, evet.

Saygılar.





25 Temmuz 2012 Çarşamba

Zıtlık ögretileri.

Hisli Keçiler Biz



Biz böyleyiz.
Ben, çoğu yakınım, çoğu sevdiğim.. Bir sürü biz gibiler.
"Yaşama"nın tersini monotonluk, duraganlik, aynilasmak olarak gorenler.

İnatla severiz.
İnatla kırılır dökülürüz.
Sonra inatla yine severiz, azcık salağız.
İnatla inanırız. her daim güzele inanırız.
İnatla göğe çıkarız, inatla dibe batarız.
Hep düşüp kalkacağımızı bilecek kadar da akıllıcayız.

Bir çoğunun mutlu olamayacağı kadar çok mutlu olabildiğimizi bildiğimizden, arada kimsenin girmediği kadar karanlıga düşecek olmamızı da göze alırız.
Doya doya yaşamak dediğin, coşkuyla yaşamak bizim aramızda. İyiyi de kötüyü de.

En sadelik, en yalinliktir amacimiz, biliriz ki en karmasiklardan gececektir bunun icin yolumuz. Tum dunyaya en anlayisli iken, toleransimiz en dardir bazen en kiymetlilerimize.
Bundandır, gözlerimizden anlarız birbirimizi çogu zaman.  bakışımızdan duruşumuzdan.. Yara berelerimiz açık seçik gözükür birbirimize, konuşmadan biliriz.
Arada ne kadar ciddiyetle kirilip tepkilendigimizi, bazen herzmanki yumusacikligimizin aksine nasil gulumseyen insan gormek istemememizi, gozlerimizi kisip en kati ruhumuzla nasil var olabildigimizi, yok olabilmeye kendimize kaybedebilmeye ne kadar cok ihtiyac hissettigimizi bi biz anlariz.
Işıltımızı da birbirimizden alırız en çok. Var olduğumuzu bilmek, inancımızı sağlam tutar her hikayenin sonunda. İnancın gitmesi an meselesidir çünkü. Bir "diğer" çoğunda olduğu gibi.

Beklentilerin saçma olduğunu, herkesin çok farklı olduğunu, tek doğrunun tek yanlışın olmadığını çok önce ögrenmişizdir, herkesi kendi halince kabul ederiz, beklentimiz yoktur. Ama güzele umudumuz sonsuzdur.
Güzelimiz başka güzeldir bizim. Ufacık şeylerden uçuveririz, geçeceğini bile bile, o an çok sevindiğimiz için 2 gün sonra salya sümük aglayacağımızı bile bile, uçarız mutluluktan işte.  Diyorum ya, azcık salağız.

Hissiz nasıl yaşanır bilmeyiz çünkü biz, anlamayız, bir insan nasıl öylesine yaşar, inanamayız, içindeki duyguyu görmeye çalışırız yine, inatla.
Güzele hep inanmış gibi yaparız, sonra da inanırız.
"Pes et hadi artık" diyip kendimize, yine salaklıgımıza doymayalım ki onu da yapamayız.

"Hiç olmayan şeylere boşuna mı inanıyorum ben.. " duvarına çarptığımızda, illa yine bizden biri çıkıverir karşımıza akabinde. Seni bu yüzden en çok sevdiğini söyler. Her "uç"u aynı bünyede barındırabildiğin için hani .. Hepsiyle tanıdık hepsiyle barışık olduğun için.  Onun da her halini konuşmadan bu yüzden anlayabildiğin için; acısını hissettiğin, karışıklıklarını güvensizliklerini görebildiğin, mutluluğunu en çok sen paylaşabildiğin için, onla en çok sen kahkahalarla gülebildiğin için..
"Ben en çok böyle ve böyleriyle mutluyum zaten"i 1000.ye anlayıp, 1000.ye kurdugun " yok abi sevmicem ben bi daha hiç bişeyi bu kadar da vermicem kendimden yok canım bu ne böyle" bıdı bıdılarını 1000.ye  yalarız sonra.
1001.'yi de göreceğimizi bilerek.

İnatla.
Oh !
İyi ki varız !

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Şehir nasıl renklenir

Gri havayı pek sevmem ben. Kahverengi binaların agırlıkta oldugu sokakları da.

Rengini bulabilmiş karakterlerin tutkunuyum ama.
İçinin renklerini yansıtabilenlerin hayranı.

Öyle yerler var ki mesela, insanların renk ceşitliliği havanın pusunu dagıtabiliyor, şehri ışıldatıyor.

Londra, bunlardan bir tanesi. Şüphesiz hem en gri havalılarından, hem de en renkli insanlılarından.

Sanırım bulunduğum süre içerisinde arada oturup çevremi izleme isteğimin sebebi, şehrin güzelliği kadar insanların çeşitliliği olmuştur.
Her detayda bir ifade mi olabilir mi? Olur..

Varoluşlarına cok saygılı insanlar var etrafta. Nasıllarsa kendilerini kabul edip o şekilde yansıtabilmeleri, herkesi kendi halinde kabullenebilmelerinin de sebebi sanırım.

Şehirdeki heterojen yapı, çok renklilik ne kadar belirginse 'öteki'lik o kadar az oluyor herhalde.
Ötekilik azaldıkca karakterler daha rahat, daha cesurca şekillenebiliyor, daha kendini bilerek, daha farkında olarak..
Özgür karakterler ise ifadeye, yaratmaya önem verdikce, sayısız sanat etkisi görüyorsunuz nereye baksanız.

İlham kokuyor her taraf, kapalı havaya canın sıkılamadan aklına biiir sürü şey geliyor gördüğün her detayda, heyecanlanıyorsun, hava önemini yitiriyor, bir eksinin bir cok artıyla nasıl unutulabildiğini görüyorsun bir kez daha.

Arada sorular kemiriyor içimi : Bunlar cok güzel, cok harika da, bunları nasıl yansıtabilirim ben? Duygu yogunlugu, bir şeyler yaratabilmeli çünkü. Çok güzel gecen zamanlar öylece begenilip kalmamalı, ondan bir şey üretmeli, bir şey yaratmalı, paylaşmalı, çogalmalı.

Elimde 3-5 fotograf, 3-5 yazıdan başka bir şey yok aslında o anları anlatabilecek, o duygular düşünceler nasıl somut bir şeylere cevrilebilir halen bilmiyorum. Kısa kısa anlara inceden inceden sızacaklar sanırım, diger bir coğunun sonucu oldugu gibi. Başka bir şeyler aklıma gelene kadar yani.

"Yaşamak fiilinin karsıt eylemi ölmek degil, can sıkıntısı ve monotonlaşmaktır" gibisinden bir söz okumuştum bir yerde.  Çok onaylamıştım kendimce.

Yaşadım, hissettim, bir şeyler daha birikti içimde, bunun güzelliğini de ayrıca hissettim :) Bu bile yeterli sanırım şimdilik.








18 Haziran 2012 Pazartesi

Unfinished Woman



Şu müzik içinde hayatımı geçirebilirim sanırım.
Müziği(n) içinde hissetmek gerek renklenmek için.


* Evet evet evime güzel bir ses sistemi kurmak için para biriktirmeliyim, hı hı, yapmalıyım.
* Aa bir de kitaplık yapıcam kocaman bir duvarı.
* Bar da olacak. mini olsun hadi bar.
* Önce bi evim olsun, sonra gelin görün. :*

3 Haziran 2012 Pazar

Kitlelerin Dehası

Bu geceki son paylaşım bu, tamam.
Şu ara kendi kendime çok bi'şeyler yazamıyorum, acısı çıkar yakında ama bi süre böyle alıntılarla gidicem sanırım.

Charles Bukowski hakkında apayrı bir post gerekiyor ama şimdilik tek bir şiirinden bir bölüm kopyalayıp yapışırmak isterim :

Kitlelerin dehası.
....
Sansürlemekte Hızlı Davrananlardan sakının
Bilmedikleri Şeylerden korkarlar
Sürekli Kalabalıkları Arayanlardan Sakının;
Tek Başlarına Bir Hiçtirler

Ortalama Erkekten
Ortalama Kadından
Sakının
Sevgilerinden sakının
Sevgileri Vasattır,
Vasatı Aranır Dururlar
Ama Nefretleri Dahiyanedir
Nefretleri Seni Beni
Herkesi Öldürebilecek Kadar Dahiyanedir.

Yalnızlığı İstemezler
Yalnızlığı Anlamazlar
Kendilerinden Farklı
Herşeyi Yoketmeye Çalışırlar

Sanat Yaratamadıklarından
Sanatı Anlayamazlar
Yaratma Başarısızlıklarını
Dünyanın Beceriksizliğine Yorarlar


Kendileri Tam Sevemedikleri İçin
Senin Sevginin Eksik Olduğuna inanır
Ve senden nefret ederler.

Murat Germen

Bir de Murat Germen var paylaşmak istediğim.

Estetik ne kadar mükemmel bir şey di mi?
İnsanın içini açıyor.
Ba-kış a-çı-sı  işte.

Fotograflarında sanayi alanlarını, makineleri, metal parçalarını vb de cok kullanıyor kendisi ; bir roportajında da insanların genellikle estetik deyince illa "güzel"malzemeler aradıklarını, oysa sanayi alanlarında bile inanılmaz renklerden oluşan bir estetik görülebileceğini söylüyordu. 
Ba-kış a-çı-sı işte. x2.

Murat Germen web sitesi













46 - Sanat

46 Dergisini ne kadar begendiğimi her fırsatta paylaşırım.
Ocak-subat sayısındaki konusu Sanat idi.
Oturdum onu okudum yine geçen.
Atmaya kıyamıyorum bu dergileri, nereye kadar biriktireceğim bilemiyorum.
Alttaki fotograflar dergiden alıntılar..
Bir de ben üzerlerine konuşup etkilerini bozmayayım.



You Will Never Know



Dilerim ki,bu şarkıyı hissederek söylemeyeyim kimseye hayatım boyunca.
Acı çünkü. Zor.
Yük.

13 Mayıs 2012 Pazar

Kahve6

Birazcık sakin kalmak istediğiniz bir gün,Cihangir Firuzaga Cami'nin karsısındaki sokağa giriyorsunuz efenim, ordan da ilk sağa kıvrılıveriyorsunuz.
Kahve6 diye bir tabela görüyorsunuz bir kapının üst yanında.
İlk başta ufak-samimi bir yer izlenimi veriyor burası size, sonra biraz cafe'nin arka tarafına dogru baktıgınızda bir görüyorsunuz ki, meger burası cok da ufak olmayan-samimi bir yermiş.
Bahçesi falan varmış.
Bahçesinde ufak bir havuzu varmış. Yerler sahil taşlarından az daha büyük taşlarla doluymuş, ahşap sedirler,şezlong sandalyelerle, pek şeker masalarla doluymuş. havuz şırıltısına fonda jazz eşlik edermiş.
Menü çok bir dogal, pek bir güzelmiş.
İster yalnız kalıp dergilerine kitaplarına dalabilirmişsin, istersen samimi sohbetini özlediklerinle uzun uzun muhabbete.





soru(m)-suz

11 Mayıs 2012 Cuma

Korhan Futacı ve Kara Orkestra

Bu kadar begenebildigim bir şey çıkarttıkları için karşıma; paylaşan arkadaşlara özel teşekkürlerlerimle..
Dinleyiniz, dinletiniz.



9 Mayıs 2012 Çarşamba

Sabrın sonu

Bazen, bazı an'larda, alkol sonrası kusup da rahatladığın anlar gibi oluyor hissedişin.

Mideni bulandıran şeylerin coğaldığını farketmeden, "o an"ın sarhoşluğunda sonunu salıverip ; içindeki fazlalıkları atamadan, daha da güzelini yaşayacağın güdüsüyle duramama-kurtulamama hali içinde olman gibi. Birikenlerin sonucu, o birden geliveren bulantının bir kaç saat önceki yoğun keyifli anlarını silebilip "ah o son kadehi içmeyecektim" dedirtmesi gibi.
Ve sonunda o farketmeden biriktirmiş olduğun tüm fazlalıkları atıvermen gibi.

İlk başta o zehri atarkenki sancın, o kusma anında agzına igrenç ekşiliğin dolması-daha da mideni bulandırması gibi.
Büyük sancı sonrası rahatlayışın, kusmanın ardından içini bomboş hissetmen gibi.
O boşlukla sakin kalıverişlerin gibi.
Sahip hissettiğin iyi kötü ne varsa, hepsini bırakıvermen, her şeyi atıvermen, sadece kendinle kalman gibi.

Herhangi bir şey için. "Bu sefer de deneyeyim hadi" dediğin, "yok yok aslında öyle degildir, güzeldir, iyidir" dediğin herhangi bir şey.
İnancını yitirmeye inat, güvenini korumayı seçtiğin, çabaladığın herhangi bir şey için. Öylesine bir şey için işte, sabrettiğin, içsel ya da dışsal, farketmeden.

Tüm o herhangi bir şeylerin üzerine, öylesine bir şey daha oluveriyor sonra ; sen o zaman işte, taşıyamıyorsun biriktirdiklerini, birden taşıveriyorlar içinden. O zaman anlıyorsun, fazla doldurmuşsun içini.


Nedense..
Niçinse..

Çıkıveriyorlar içinden.  ha tepkisel bir dışavurumla, ha kendiliğinden bir bırakıverişle.. Herhangi bir şekilde.
Nasılsa..

Daha temiz, daha fazlalıksız, daha hafif halde bırakıyorlar seni.
Ama bir süre ağzındaki o ekşi tat, bedenindeki o yorgunluk, midendeki o boşluk ile birlikte işte.


1 Mayıs 2012 Salı

an(i) farkediş.

Çok acayip şeyler oluyor bazen.
Farketmek dediğin şey, çok acayip bi'şey.
Farkındayım deyip geçmeyeceksin.
"an"ı farketmek bi garip, zor bir şey. Güzel bir de. Bi acayip işte.
Herşeyin farkındayım diyorsun da;

Koluna taktıgın saatin bileğine dokunuşunu farketmiyorsun misal, sıkmıyorsa.
Otururken ayagının yere degen kısmını farketmiyorsun ya da. Dokunuyor o anda oysa ki o. Sırtının sandalyeye yaslanan kısmını ya da?
Tüm sesleri duyuyorsun etrafındaki de, yürürken kendi çıkardıgın sesi duymuyorsun.
Her nefes almak, koklamak gibi değil örnegin.
Baktığın yerleri ya da.. Görmüyorsun çogu zaman.  Bakar kör dedikleri öyle bir şey herhalde.
ayrıntılara odaklanıp özü kaçırmak mıdır, genele takılıp ayrıntılara inememek midir bu, bilemedim, az daha düşüneyim bari.

İnsan, duyularının farkında olmalı diyeceğim. Onları kullandıgını farketmeli, "kendiliğinden kullanıveriyor" olmanın dışında başka bişey o.  - Şu an.
5 duyu.
Hey gidi.
Ayıkken uçmaya başladım herhalde ben yavaştan.
Sevgiler.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Rüya tabiri.

Bir rüya gördüm.
Daha çok yeni.

Daha öncesinden sonunu bildiğim bir felaket varmış. kocaman bir binanın yıkılışı gibi bir şey.
Ben bunun böyle sonlanacağını biliyormuşum. daha önce ayynısını görmüşüm, yaşamışım. deja vu mu diyorum, yok degil, resmen aynısını yaşadım daha önce, her anını her hissedişimi hatırlıyorum.

Bile bile, hiç bir şeyi değiştirmeden, sadece binanın yıkılacağını bildiğimden bu sefer binanın içinde degil de, biraz daha uzagında durarak, aynı şeyleri, binanın yıkılışını seyrediyorum yine.
İrili ufaklı parçalar sıçrıyor bana da uzakta da olsam; yine canım acıyor.
Daha önceki büyük yıkımı hatırlatması bile tek başına oldukça acı benim için o an zaten.

Gerçekçiydi.

Tıpkı görüp de görmemezlikten geldiklerin gibi, sonunda gözüne soka soka birilerinin göstermesi gibi.
Sonunu bile bile yolunu değiştirmek yerine bu sefer az daha yavaş gittiklerin gibi.

Bu sefer, o binanın yıkılacağını öngörüp içine girmemene mi sevinmeli şimdi, yoksa bilmene rağmen hala onun etrafında dönüp parçalarının acıtmayacağı kadar uzaklaşamamış olduğuna mı üzülmeli?

15 Nisan 2012 Pazar

'Yakın' Tarih


Ortaokul-lise boyunca tüm ögretmenlerimle aram fazla fazla iyiyken, tarih ögretmenlerinle bi türlü yıldızım barışamamıştır nasılsa, kötü tesadüfler diyelim; belki de bu sebepten kendi kendime aldıgım tarih kitaplarının da hakkını veremediimi düşünmüşümdür. En bilgili olmamız gereken konulardan oysa ki tarih..
Savunmak istediklerini dik durarak savunabilmek için;
Saçma söylemlerin niçin saçma oldugunu anlatabilmek için;
Şu an'ını daha iyi değerlendirebilmek için.

Seneler önce, üniversitedeyken aldığım mükemmel bir kaynak vardı; Cumuriyet Gazetesi  özet arşiv dosyası.
Zaten güvendiğin bi gazetenin tüm cumhuriyet tarihi boyunca yayımladıkları, manşetleri..

O zamanlar yine hakkını tam veremediğimden, aldım şimdi yeniden incelemeye başladım.
Hem bilmediklerimi ögrenmek için; hem unuttuklarımı hatırlamak için.

Apolitik nesiliz çünkü biz.
Konu gece eğlencesine, ikili ilişkilere, seyahatlere, maddi bagımsızlıga gelince her türlü özgürlüğü savunuyoruz , üzerine nutuklar veriyoruz da,  kendi ilişkilerimize tıkılıp kalmışız işte,  altı boş bir sürü laf edip onu bunu bir sürü sıfatla basitçe - ennn yüzeysel haliyle yaftalayıp, banadokunmayanyılancılık la devam ediyoruz.
Tv li ortamlarda, sabah haberleri seyretmek yerine keyfimiz kaçmasın diye müzik kanalları açıyoruz; akşam gündeme göz atmak yerine neşemiz bozulmasın diye sit-com ları tercih ediyoruz.

İçinde birebir bu durumu yaşayanlar olarak, tabi ki bizim payımız çok bu bilinçsizlikte, kaçışta, biliyorum; ancak tek sebep biz degiliz, onu da biliyorum.
bahane bulmak haddim ya da hakkım degil, bahaneler zayıflıgını kabul etmek sadece;  ama nesilden nesile bu kadar değiştiyse çok şey; bu olay sadece bireysel tembellikle vs açıklanamaz herhalde.

Kitleleri etkilemiş bir hal, bireysel hallerimize fena halde sızıyor yalnız.
Düşünmek istemeyişlerimize, yoruldum ugrasamam'larımıza, "naapalım sistem böyle"lerimize, kaçışlarımıza.. 
Seçim zamanları oy kullanmak yerine tatile gitmeyi tercih edenlerle, sonra da sonuca küfredenlerle dolu bizim buralar. Sorumluluğunun farkında bile olmayanlarla, sorumluluk almak istemeyenlerlerle ; sadece kendi yarınını düşünürken , aslında en çok içinde bulundugu kitlenin yarınından etkileneceğini unutanlarla.

Çok acayip şeyler var Cumhuriyet arşivinde ;
Darbeler, büyük devalüasyonlar, karartmalar...
Hapse giren sanatçılar, Bülent Ersoy yasakları, ilk tiyatrolar..
Merve Kavakçılar, hapishaneden meclise girenler, katledilenler..

 








14 Nisan 2012 Cumartesi

Güç ne ki?

Ne güzel çocuklardık biz di mi..
Sonra, biz büyüdük ve kirlendi dünya.

Çünkü, bazen böyle olabiliyor.  Hatta, evet cogu zaman bu böyle oluyor.
Duygusal bag kurdugun herhangi bir şeyler, sonra gelip seni acıtabiliyor.  Hatta, evet cogu zaman acıtıyor.
Eş olur, dost olur, iş olur, çok basit çok gündelik mahalledeki manav teyzeye, ne bileyim bakkal amcaya duydugun sevgi saygı olur...

Bi gün gelip senin hiç düşünmediğin bi şey oluveriyor, kötü. O zamana kadar aklından geçenlerden çok uzak.  Anlamamış olmaları seni kırıyor. Yumuşacık için katılaşmak istiyor, rengarenk isteklerin donuklaşıyor.
Olabiliyor yani.

"E olmuyor işte, hep aynı hatalara düşüyorum, hep güveniyorum, hep hemencecik seviyorum, sonra hep aynı kırıklıkları yaşıyorum" diyebiliyorsun.  Hatta, evet...

Akabininde "Yok yok bundan sonra şunu sevmek yok, buna güvenmek yok, ona yakın hissetmek yok.." diye kararlar cıkabiliyor o "için"den.

Bi'şey söyleyeyim mi ; bu iş galba inat işi.
Kendin gibi kalabilmek yani.
Severek kalabilmek yani.
Seni düşürebilecek o kadar cok şey oluyor ki çünkü; sevmekten vazgeçirebilecek..
"pes ettim" dedirtecek o kadar çok şey oluyor ki.
Yine de tabi ki tercih meselesi.

Ama benim tercihim;
"Sadece "formaliteden" yapmak, bişeyi "olamadan, hissedemeden" yapmak kadar hayatı söndüren bir şey yok" tarafında.  Günlük ilişkilerde de, hatta iş'te bile.
En başarılı profesyonellik, içindeki amatör ruhu öldürmemek çünkü.

Ruhsuzlaşınca kazandıgın bencillik, kırılmama, ezilmeme vs ; kaybettiğin coşkudan heyecandan ışıktan cok cok daha değersiz şeylere kaynaklık yapıyor;   kaybettiklerin cok daha büyük yani.

O geride bıraktıgın sen,  gün gelip hesap sorabiliyor hem.
Hiç ummadıgın, kendini tamm da kurallarına göre oynuyorsun sandıgın bir anda.
O kadar soguk, o kadar sert, o kadar igrenç hissettiren bir ifadesi var ki karsına cıkan şeyin; güvensizliğini kırılganlıgını örtmek için yapıştırdıgın hatta benimsediğin tüm maskeler birer birer kaçabiliyor senden bir anlığına ve sen yüzyüze kaldıgında o çıplak halinle ; titriyorsun savunmasızlıktan. Kendini kendine savunamıyorsun.

Sevebilmek, en büyük güç çünkü.  Pes etmeyene. En güvenilir güç. Gelip geçici olmayan üstelik.
Öyle somut-maddi verilerle kazandım-kaybettim diye tanımlar yapmak kadar asla basit ve yüzeysel olmayacak, güzelliği - dogrulugu her seyin önüne koyabilecek; haliyle nolursa olsun "içi rahat" olacak, her yüzleşmede, her haliyle.
Kendiyle yüzleştiğinde içi rahatsa bir insanın, mutluluktan gözleri dolabiliyorsa arada da olsa;  kazanıyordur o zaten.

12 Nisan 2012 Perşembe

Mektup

Yine bir Ece Temelkuran yazısı okuyordum; önce orada rastladım aşağıda geçen cok güzel üç-beş cümleye.
Bir mektuptan bahsediyordu Ece, Meral Okay'ı anlatırken..

Geri kalanını merak ettim o cümlelerin, biraz araştırdım; meğer o mektup taaa 2006da yazılmış, ama tabi ki son günlerde "tıklanma" rekoru kırıyormuş vs vs.
Bir tık da benden gelsin o zaman dedim; Meral Okay'ın kaleminden; kendi gibi karakterli, güçlü, sağlam, duygusu yogun bir yazı; en sevdiğim gibi olanından :

"Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır. Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıktaki tutku kutsanır hep. Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre aitiz biz.


Öyle kadınlar ve erkekler tanıyorum, risk almıyorlar. Aşk emniyetli bir şey değildir. Emniyetli olan sevgidir. Aşk ehlileşmez, sakinleşemez. Öyle olursa akraba olursunuz.

Bir de aşık olunacak mecra kalmadı. Artık ortak alanları paylaşmıyoruz. Bizim agoramız yok artık. Herkes kendi bacağından asılmak isteyen koyun tarifinde.

Bu hem maddi hem manevi bir şeydir. Gelir, böyle adamı aşkta da emniyet arayan birine dönüştürüverir. Herkes kendi kişisel başarı öyküsünün peşinde. Belki de biz herkes için daha adil, daha vicdanlı daha temiz bir dünyanın düşünü paylaştığımız için başkalarıyla da bir arada durmanın ne kadar zenginleştirici bir şey olduğunu biliyorduk.

Şimdi bu duyguların esamesi okunmuyor. Yoksullaşmamız sadece ekonomik anlamda olmadı. Duygusal anlamda, dayanışma anlamında birbirimizin yaralarına bakma konusunda da yoksullaştık. Şimdi empati denen modern kavram var ya, biz onun ağababasını tanıyan ve buna içerilmiş bir dünyadan geldik buralara.

Dizilerdeki aşık olma süreci o kadar uzun ki, öncelikle bu rasyonel değil! Aşk çok ani, hızlı ve genellikle beklenip, tasarlanamayan bir şeydir. Kafana bir taş düşer, neye uğradığını şaşırırsın. Ve bunun aşk olduğunun da sonradan adını korsun. İrrasyonellik sadece bu değil, bir de dizi karakterlerinin çok ön hazırlığı var aşık olmak için. Halbuki, hayatta böyle değildir, aşk tasarlanılan ve ön hazırlığı yapılabilen bir şey değildir.

Eskinin, hani o dalga geçilen mantık evliliklerinde bile, bugünkü hesaplılıktan daha çok aşk vardı diyesi geliyor insanın. Ali Poyrazoğlu dedi, ’Aşk bir kör atlayıştır.’

İnsanların birbirleri için ’sağlama’ yapacakları alanlar kalmadı. Modern hayatlar ve modern zamanlarda böyle bir şansı yoktur insanın. Son bir aydır, ’Ben aslında duyguları olan iyi bir insanım’ mesajını, ben şu cümleyle alıyorum.
- Babam ve Oğlum’u gördün mü?
- Hee gördüm
- Ağladın mı?
- Sana ne?
Yani ben de duyarlıyım ve iyi bir insanım. Bu arada, ben de filmi seyrettim. Yeri gelmişken ve sabah seansında katılarak ağladım ama bu soruları soran insanlarla o kadar ayrı şeylere ağladık ki.
Benim o filmde yandığım, bu ülkenin o temiz çocuk yürekli insanlarının, bu ülke tarafından nasıl da kırıldığını, nasıl da örselendiklerini, onurlarıyla ekmekleriyle nasıl da oynandığını gördüğüm için bu uğurda yiten, onulmaz acılar çeken insanlarımızı hatırlayarak ağladım.

Belki de bugünkü aşksızlık hâli de, o dönemlerin ürünüdür diyeceğim ama aşk bunların hepsinin üzerinden atlayabilecek bir şey olmalı… ”

29 Mart 2012 Perşembe

Alıntılar silsilesi.

Hep bunu diyorum ben de işte :
" Oysa gidebilme özgürlüğünü hissettiğimiz yerde kalmaktır güzel olan. "
Yine Cem Mumcu demiş ama bunu.

Bu yazıları da baya güzelmiş hem. Baya baya.. :

Kim şu düzgün adam?

Aşkın çeşitleri ve biz.

27 Mart 2012 Salı

haydi bana eyvallah



Kendimi bu şarkıyı söylerken buldum bugün, eskiden severdim.
Senelerdir ne dinledim ne de aklıma geldi oysa.
Dinledim sonra.
Yine sevdim. Daha çok hatta.
Konuşasım yok zaten,şarkıyı dinleyin, sevin siz.

21 Mart 2012 Çarşamba

Çokluk&Yokluk

Bazen bazı yazıları hiiiç değiştirmeden, hiç kesip biçmeden, hiç bir kelimesini atlamadan, aynen buraya kopyalayıp yapıştırasım geliyor; bu da onlardan biri.
Cem Mumcu'nun yazılarını ne kadar begendiğimden daha önce de bahsetmiştim; begenim artarak devam ediyor bu psikiyatrist yazar abimize.

AŞK ve KEDİ

Kediye bir isim koymak lazımdı. Kedi, kediden başka her şeye benziyordu ve kedi kediden başka hiçbir şeye benzemiyordu. Tıpkı senin gibi… İşte bu yüzden bir isim vermek çok güçtü… Ona ‘Öte’ ismini verdim. Çünkü onda, gördüğümden çok daha fazlasının, çok daha ötesinin olduğunu görmüştüm. Daha doğrusu gördüğümü sanmıştım. Yani inanmıştım. İnanmaktan başka bir sözcük karşılayabilir mi halimi? Vehmetmek de diyebilirim. Dersem azalır mısın? Seni çoğaltan, seni sen yapan, seni sen sanan bensem eğer, fark eder mi ki? Zaten aşk dediğin, onu ‘O’ sanmak, ondan ‘O’ na ulaşmak, onu ‘O’ yapmak değil mi? Kendinin ötesinde bir öteye uzanmak değil mi?



Ama niye kimse düşemiyor artık aşka? Herkes aslında ‘O’nu ararken niye bir akşamda tükeniveriyor öteye uzanma ihtimali? Nasıl oluyor da bir gecede bitiyor bütün vehmedişlerimiz? Neden bir insan ‘tek’inde ihtimali kazıp çıkarmak yerine çok insanda ihtimaller arıyoruz? Yoksa ihtimallerin çokluğu mu ihtimali daraltan? Çokluk mu bizi yokluğa mahkum kılan? Çoklukta tekliği bulabilir miyiz? Derinlerde veya tepelerde aradığımızı, ancak dalarak veya uçarak bulabileceğimizi bize unutturan ne? Yatay düzlemin geniş ve sınırsız gibi görünen yüzeyinde rastgeldiğimiz olasılıkların çokluğu mu yoksa? Hepimiz ‘O’nu ararken neden kimse kimseye ‘O’ olamıyor? “Bu da O değil,” dedikçe, bir başka ‘O’ olma olasılığını kolaylıkla bulup, onu da tüketebildiğimiz için mi? Hepimiz hepimize birbirimizi tüketme fırsatını kolayca verdiğimiz için mi? Yenisini kolayca bulup, kolayca aldığımız için hiç emek vermediğimiz bir eşya gibi ya da sadece kapağına bakıp hiç okumadığımız; ama sırf bu yüzden içindeki olasılıkları görmediğimiz, göremediğimiz, -belki de yaşamın sırrını anlatan bir kelimeyi- gözden kaçırdığımız bir kitap gibi… Hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz ve sonsuza kadar akacağını düşündüğümüz bu su, bizim dibi delik kovamızı doldurabilir mi?


Oysa seni bulmanın, senin ‘O’ olmanın yolu sende durmayı, sende beklemeyi, sende terlemeyi, sende uçmayı, sende boğulmayı istiyor. Seni benden başka kimse, beni de senden başka kimse ‘O’ kılamaz çünkü.


Sanıyorlar ki sende kalırsam, senle kalırsam ve sen de bende kalırsan, benle kalırsan geride kalan o sonsuz ihtimali kaybedeceğiz. Sanıyorlar ki sen benim ihtimallerimi, ben de seninkileri bitireceğiz. Oysa ben senin ihtimaller arasındaki biricikliğini seviyorum. Gitme şansım varken sende kalmayı seviyorum. Sende kalmanın derinliğini, sende durmanın ihtimallerini, sana birşey olacak diye korkmaları, seni görmek için uyanmaları, senin kolunu tutmaları seviyorum. Senin kolunu bırakmamdan korkmanı, senin kolunu tutamamaktan korkmamı seviyorum. İstersem gidebilme gücümü, istersen gidebilme gücünü ve bu güç bizdeyken gitmemelerimizi seviyorum. Israrla ve biteviye sende kalmayı seçişimi, seni okuya okuya bitiremeyişimi, senin içindeki özgürlüğümü seviyorum. Anahtarı ikimizde de olan bu kelepçenin bizi bağlamasını isteyişimizi, kelepçenin şakırtısını duymayınca ikimizin de gözlerinde beliren korkuyu seviyorum.


Kediye ‘Öte’ ismini koydum. Onu yaşamla ölümün, özgürlükle mahkumiyetin, bilinenle bilinmeyenin, çoklukla tekliğin, gitmelerle kalmaların tam arasında gördüm. Hem cesurdu hem de tedirgin. Seçim yapması gerekti çünkü. Seçmek özgür olmak demekti. Özgürlük ise zor işti. Sorumluluk demekti çünkü. Başka bir ihtimal yokken seçmek yoktu. Oysa bir ikincisi bile çıkması ihtimallerin seçmek demekti artık. Üç şey yapabilirdi güzeller güzeli ‘Öte’ cik… Bunlardan ikisi onu öyle ya da böyle mutlu ederdi. Üçüncüsü onu mutsuz kılacak tek seçenekti. Benimle gelmek veya orada kalmaktı yapabileceği iki şey. Üçüncüsü tam orta yerde beklemesi olurdu. Benimle gelse orada yaşayacaklarını, orada kalsa benimle yaşayacaklarını kaçıracaktı; ya da benimle gelse beraber yaşayacaklarımızı, kalsa orada yaşayacaklarını kazanacaktı. Ama her ikisini de yapmayıp tam yol ayrımında bekleseydi, sadece bekleyecekti. Hangisinin daha iyi bir fırsat, hangisinin daha iyi bir ihtimal olduğuna bir türlü karar veremediği için bekleyen ya da o kavşakta ayak üstü sevişenler gibi… Ya şunu kaçırırsam diye her gün sevişip aslında kimseyle gerçekten sevişmeyen, sevişmeleri asla kovalarını doldurmayanlar gibi… Herkesin, herkesin içine girdiğini sanırken; kimsenin, kimsenin içine girmediği giremediği o bomboş sevişmeler gibi. Yolların çokluğundan kararsız kalıp oradan dönme özgürlüklerini görmedikleri için korkarak kavşakta bekleyen, seçecekleri bir yolda görecekleri binlerce güzelliği kaçıran ya da o yolun devamındaki binlerce yeni ihtimali ıskalayanlar gibi… O ‘ıssız’ denen korkak ‘adam’lar ve o korkak kadınlar gibi…


Kedi, beni tercih etmese de ‘Öte’ ismini hak etti… "

Cem Mumcu

18 Mart 2012 Pazar

There's A Fine, Fine Line



Müzikalleri zaten çok severim;  Avenue Q da müzikallerin içinden en sevdiklerimdendir.
"There is a fine fine line" ise Avenue Q parçaları arasından en sevdiklerimden.

There's a fine, fine line between a lover and a friend;
There's a fine, fine line between reality and pretend;
And you never know 'til you reach the top if it was worth the uphill climb.
There's a fine, fine line between love
And a waste of time.


There's a fine, fine line between a fairy tale and a lie;
And there's a fine, fine line between "You're wonderful" and "Goodbye."
I guess if someone doesn't love you back it isn't such a crime,
But there's a fine, fine line between love
And a waste of your time.

And I don't have the time to waste on you anymore.
I don't think that you even know what you're looking for.
For my own sanity, I've got to close the door
And walk away...

There's a fine, fine line between together and not
And there's a fine, fine line between what you wanted and what you got.
You gotta go after the things you want while you're still in your prime...
There's a fine, fine line between love
And a waste of time.

17 Mart 2012 Cumartesi

Hatırlamak dediğin, güzel olmalı.

Burada spesifik-özel şeyler yazmayı pek sevmiyorum ama bu sefer niyeyse dayanamıyorum sanırım.

Kokuların çok acayip bir hatırlatıcılığı vardır ya; o kokuyu aldıgında bir anda aklından çoktaaan uçmuş gitmiş sandığın bir şeyi hatırlayıverirsin ; bu bazen bir bitki çayı kokusu olur, bazen parfüm kokusu.. ama hatırlatır.
Bazen sesler de öyle galba. Dün bir dizide çook kısacık , belki 1-2 sn lik bir martı sesi duydum; o an, Beşiktaş'ta uyandım sanki. Hiç aklımda yokken.
Uyanış anları bazen ne kadar mutlu-mutsuz oldugumu ölçtüğüm anlardır benim. Huzurlu muyum, tedirgin mi, gözlerimi açıp ilk 2-3 sn sonrasında bir önceki günü hatırlamaya başladığımda nasıl bir ruh hali kaplıyor içimi vs.. Oldukca belirleyicidir..

Benim odam, Beşiktaş'taki çoğu insanın oldugu gibi, havalandırma boşluğuna bakardı aslında, bir apartmanın son katında. hemen tepemde çatıya en cok da sabaha karsı konup duran kuşlar.. İlk başlarda beni her sabaha karşı uyandıran; yok artık bunlar da kuş sesi olamaz,bagırıyorlar aglıyorlar resmen dedirtcek kadar tuhaf gelen ; sonraları ise duymazsam eksiklik hissettiğim deniz kokusuyla ve beşiktaşın gün ışığıyla, arada da alt katlardaki ev hallerinin sesleriyle, belki mutfak kokularıyla karışık kuş sesleri..

Her evin yogun yaşanmışlıkları vardır tabi ; bizimkisi en güzeli bilmişliği yapmak istemem ama bizimki hakkaten daha bir yaşanmış gibiydi sanki.  Gelen gidenlerin bir şeyler karalayabileceği bir defter tutmamış olduğumuz için hep bir pişmanlık kalacak galba içimde.

Kapıdan içeri gireni sarıp sarmalayan, nasılsa, gercekten halen tam adlandıramadığım sıcacık yumuşacık bir enerjisi vardı bizim "mısırlıbahce"nin. Her gündüz her gece hareketi eksik olmayan; salonda elinde gazetelerle kocaman L koltugumuza serilip degilse, mutfakta bi yandan yemek yapıp bi yandan ayakta sohbet eden; yataklarda ev haliyle degilse terasta serilmiş battaniyelerin üzerinde uzanıp mırıl mırıl konusup keyifle uyuyakalan, her gelenin elinde ya tatlılarla ya içkilerle geldiği ; geldikten sonra çıkamadığı, en az biz ev sahipleri kadar sahiplenebildiği ; giderlerken ufak teşekkür notları bıraktığı , yaşayan bir evdi bizimkisi.

Sabah kalkan çayı koyar, pencereleri açar, müziği açar, kendikendine şarkı mırıldanıp kahvaltıyı hazırlamaya başlardı; evdekilerin uyanmasını, odalarından cıkmasını beklerken..
her daim bir dolu dolu ruh hali vardı o mısırlıbahce sokaktaki apartmanın son katının. yaşadığına şükreden, neşeyle, pırıltısıyla, aşkla dolu oldugu kadar, herkesin kendi "zorluklarına" karsı verdiği çabayla gayretle de dolu; dopdolu işte.
Hepimizin hayatının en belirleyici yılları geçti sanırım orda.  Evet, cogu insanın üniversite yıllarında oldugu gibi.

İnsanın güzel anılarının olması, o kokuyu , o sesi duydugunda suratında özlemle karışık da olsa bir gülümseme hali yayılması ne güzeldir..  Şanslıyız.






15 Mart 2012 Perşembe

Yılların getirdiği

Genel olarak herhangi birilerine "hayranlık" duygusunu pek yaşamamakla birlikte; bazı insanlara çook çok saygı duyuyorum. İyi ki böyle insanlar var hayatta diyorum; iyi ki varlar da ilham veriyorlar...

Biyografileri de hep sevmişimdir. Gerçek hikayeleri. Var oluş öykülerini..
Yoktan var etmiş insanları hele ki, çok çok saygıyla dinler , izlerim.  Maddi yokluk-varlıktan bahsetmiyorum. insanın kendini bulmaya çalışması, mutlu olma çabası, anlama çabası, özgürleşmesi.. bunlar da bir çeşit var etmek. Sorgulayan insan; üreten, yaratan bir insan her zaman benim gözümde.
hayatını "olabilecek" en iyi yere getirmeye çabalayan insan, ve "olabileceğin"en güzellerini hayal edebilen insan, var edebilen, var olabilen insandır işte.

Şööyle özgürce, rahatça kollarını iki yana açtıklarında dünyayı kucaklayabilen insanlar var, açık, tertemiz, ferah.. kendilerini kabullenmiş, oldugu gibi olan, kendini çok iyi tanıyan, en başta kendi değerlerine sadık; farkında.

ntvmsnbc websitesinde " yılların ögrettiği " diye bir bölüm var, güncellendikçe bakıp, her seferinde de çok begeniyorum. saygı duyulacak "karakterler" var, yıllarca "hakkını vererek" yaşamış.

Aydın Boysan, Seyfi Dursunoğlu, Betül Mardin, Ara Güler, Serra Yılmaz.. Hepsi "Yaşadım ben ulan!" diye bagırıyorlar sanki karşımda. "Doya doya yaşadım!" 
denge hep bir sürü "uç"a gide gele bulunur ya zaten; bunlar tüm uçları denemişler de şimdi dengedeler gibi işte. Yıllar okunuyor bakışlarında, kelimelerinde, duruşlarında.. Güzeller.


Serra Yılmaz

Aydın Boysan


Aydın Boysan


Ara Güler


Yıldız Kenter

Yıldız Kenter