Tutarsızlık Uyarısı

"Kısa" yazılar yazmak istediğimi söylemiş miydim?


29 Mart 2012 Perşembe

Alıntılar silsilesi.

Hep bunu diyorum ben de işte :
" Oysa gidebilme özgürlüğünü hissettiğimiz yerde kalmaktır güzel olan. "
Yine Cem Mumcu demiş ama bunu.

Bu yazıları da baya güzelmiş hem. Baya baya.. :

Kim şu düzgün adam?

Aşkın çeşitleri ve biz.

27 Mart 2012 Salı

haydi bana eyvallah



Kendimi bu şarkıyı söylerken buldum bugün, eskiden severdim.
Senelerdir ne dinledim ne de aklıma geldi oysa.
Dinledim sonra.
Yine sevdim. Daha çok hatta.
Konuşasım yok zaten,şarkıyı dinleyin, sevin siz.

21 Mart 2012 Çarşamba

Çokluk&Yokluk

Bazen bazı yazıları hiiiç değiştirmeden, hiç kesip biçmeden, hiç bir kelimesini atlamadan, aynen buraya kopyalayıp yapıştırasım geliyor; bu da onlardan biri.
Cem Mumcu'nun yazılarını ne kadar begendiğimden daha önce de bahsetmiştim; begenim artarak devam ediyor bu psikiyatrist yazar abimize.

AŞK ve KEDİ

Kediye bir isim koymak lazımdı. Kedi, kediden başka her şeye benziyordu ve kedi kediden başka hiçbir şeye benzemiyordu. Tıpkı senin gibi… İşte bu yüzden bir isim vermek çok güçtü… Ona ‘Öte’ ismini verdim. Çünkü onda, gördüğümden çok daha fazlasının, çok daha ötesinin olduğunu görmüştüm. Daha doğrusu gördüğümü sanmıştım. Yani inanmıştım. İnanmaktan başka bir sözcük karşılayabilir mi halimi? Vehmetmek de diyebilirim. Dersem azalır mısın? Seni çoğaltan, seni sen yapan, seni sen sanan bensem eğer, fark eder mi ki? Zaten aşk dediğin, onu ‘O’ sanmak, ondan ‘O’ na ulaşmak, onu ‘O’ yapmak değil mi? Kendinin ötesinde bir öteye uzanmak değil mi?



Ama niye kimse düşemiyor artık aşka? Herkes aslında ‘O’nu ararken niye bir akşamda tükeniveriyor öteye uzanma ihtimali? Nasıl oluyor da bir gecede bitiyor bütün vehmedişlerimiz? Neden bir insan ‘tek’inde ihtimali kazıp çıkarmak yerine çok insanda ihtimaller arıyoruz? Yoksa ihtimallerin çokluğu mu ihtimali daraltan? Çokluk mu bizi yokluğa mahkum kılan? Çoklukta tekliği bulabilir miyiz? Derinlerde veya tepelerde aradığımızı, ancak dalarak veya uçarak bulabileceğimizi bize unutturan ne? Yatay düzlemin geniş ve sınırsız gibi görünen yüzeyinde rastgeldiğimiz olasılıkların çokluğu mu yoksa? Hepimiz ‘O’nu ararken neden kimse kimseye ‘O’ olamıyor? “Bu da O değil,” dedikçe, bir başka ‘O’ olma olasılığını kolaylıkla bulup, onu da tüketebildiğimiz için mi? Hepimiz hepimize birbirimizi tüketme fırsatını kolayca verdiğimiz için mi? Yenisini kolayca bulup, kolayca aldığımız için hiç emek vermediğimiz bir eşya gibi ya da sadece kapağına bakıp hiç okumadığımız; ama sırf bu yüzden içindeki olasılıkları görmediğimiz, göremediğimiz, -belki de yaşamın sırrını anlatan bir kelimeyi- gözden kaçırdığımız bir kitap gibi… Hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz ve sonsuza kadar akacağını düşündüğümüz bu su, bizim dibi delik kovamızı doldurabilir mi?


Oysa seni bulmanın, senin ‘O’ olmanın yolu sende durmayı, sende beklemeyi, sende terlemeyi, sende uçmayı, sende boğulmayı istiyor. Seni benden başka kimse, beni de senden başka kimse ‘O’ kılamaz çünkü.


Sanıyorlar ki sende kalırsam, senle kalırsam ve sen de bende kalırsan, benle kalırsan geride kalan o sonsuz ihtimali kaybedeceğiz. Sanıyorlar ki sen benim ihtimallerimi, ben de seninkileri bitireceğiz. Oysa ben senin ihtimaller arasındaki biricikliğini seviyorum. Gitme şansım varken sende kalmayı seviyorum. Sende kalmanın derinliğini, sende durmanın ihtimallerini, sana birşey olacak diye korkmaları, seni görmek için uyanmaları, senin kolunu tutmaları seviyorum. Senin kolunu bırakmamdan korkmanı, senin kolunu tutamamaktan korkmamı seviyorum. İstersem gidebilme gücümü, istersen gidebilme gücünü ve bu güç bizdeyken gitmemelerimizi seviyorum. Israrla ve biteviye sende kalmayı seçişimi, seni okuya okuya bitiremeyişimi, senin içindeki özgürlüğümü seviyorum. Anahtarı ikimizde de olan bu kelepçenin bizi bağlamasını isteyişimizi, kelepçenin şakırtısını duymayınca ikimizin de gözlerinde beliren korkuyu seviyorum.


Kediye ‘Öte’ ismini koydum. Onu yaşamla ölümün, özgürlükle mahkumiyetin, bilinenle bilinmeyenin, çoklukla tekliğin, gitmelerle kalmaların tam arasında gördüm. Hem cesurdu hem de tedirgin. Seçim yapması gerekti çünkü. Seçmek özgür olmak demekti. Özgürlük ise zor işti. Sorumluluk demekti çünkü. Başka bir ihtimal yokken seçmek yoktu. Oysa bir ikincisi bile çıkması ihtimallerin seçmek demekti artık. Üç şey yapabilirdi güzeller güzeli ‘Öte’ cik… Bunlardan ikisi onu öyle ya da böyle mutlu ederdi. Üçüncüsü onu mutsuz kılacak tek seçenekti. Benimle gelmek veya orada kalmaktı yapabileceği iki şey. Üçüncüsü tam orta yerde beklemesi olurdu. Benimle gelse orada yaşayacaklarını, orada kalsa benimle yaşayacaklarını kaçıracaktı; ya da benimle gelse beraber yaşayacaklarımızı, kalsa orada yaşayacaklarını kazanacaktı. Ama her ikisini de yapmayıp tam yol ayrımında bekleseydi, sadece bekleyecekti. Hangisinin daha iyi bir fırsat, hangisinin daha iyi bir ihtimal olduğuna bir türlü karar veremediği için bekleyen ya da o kavşakta ayak üstü sevişenler gibi… Ya şunu kaçırırsam diye her gün sevişip aslında kimseyle gerçekten sevişmeyen, sevişmeleri asla kovalarını doldurmayanlar gibi… Herkesin, herkesin içine girdiğini sanırken; kimsenin, kimsenin içine girmediği giremediği o bomboş sevişmeler gibi. Yolların çokluğundan kararsız kalıp oradan dönme özgürlüklerini görmedikleri için korkarak kavşakta bekleyen, seçecekleri bir yolda görecekleri binlerce güzelliği kaçıran ya da o yolun devamındaki binlerce yeni ihtimali ıskalayanlar gibi… O ‘ıssız’ denen korkak ‘adam’lar ve o korkak kadınlar gibi…


Kedi, beni tercih etmese de ‘Öte’ ismini hak etti… "

Cem Mumcu

18 Mart 2012 Pazar

There's A Fine, Fine Line



Müzikalleri zaten çok severim;  Avenue Q da müzikallerin içinden en sevdiklerimdendir.
"There is a fine fine line" ise Avenue Q parçaları arasından en sevdiklerimden.

There's a fine, fine line between a lover and a friend;
There's a fine, fine line between reality and pretend;
And you never know 'til you reach the top if it was worth the uphill climb.
There's a fine, fine line between love
And a waste of time.


There's a fine, fine line between a fairy tale and a lie;
And there's a fine, fine line between "You're wonderful" and "Goodbye."
I guess if someone doesn't love you back it isn't such a crime,
But there's a fine, fine line between love
And a waste of your time.

And I don't have the time to waste on you anymore.
I don't think that you even know what you're looking for.
For my own sanity, I've got to close the door
And walk away...

There's a fine, fine line between together and not
And there's a fine, fine line between what you wanted and what you got.
You gotta go after the things you want while you're still in your prime...
There's a fine, fine line between love
And a waste of time.

17 Mart 2012 Cumartesi

Hatırlamak dediğin, güzel olmalı.

Burada spesifik-özel şeyler yazmayı pek sevmiyorum ama bu sefer niyeyse dayanamıyorum sanırım.

Kokuların çok acayip bir hatırlatıcılığı vardır ya; o kokuyu aldıgında bir anda aklından çoktaaan uçmuş gitmiş sandığın bir şeyi hatırlayıverirsin ; bu bazen bir bitki çayı kokusu olur, bazen parfüm kokusu.. ama hatırlatır.
Bazen sesler de öyle galba. Dün bir dizide çook kısacık , belki 1-2 sn lik bir martı sesi duydum; o an, Beşiktaş'ta uyandım sanki. Hiç aklımda yokken.
Uyanış anları bazen ne kadar mutlu-mutsuz oldugumu ölçtüğüm anlardır benim. Huzurlu muyum, tedirgin mi, gözlerimi açıp ilk 2-3 sn sonrasında bir önceki günü hatırlamaya başladığımda nasıl bir ruh hali kaplıyor içimi vs.. Oldukca belirleyicidir..

Benim odam, Beşiktaş'taki çoğu insanın oldugu gibi, havalandırma boşluğuna bakardı aslında, bir apartmanın son katında. hemen tepemde çatıya en cok da sabaha karsı konup duran kuşlar.. İlk başlarda beni her sabaha karşı uyandıran; yok artık bunlar da kuş sesi olamaz,bagırıyorlar aglıyorlar resmen dedirtcek kadar tuhaf gelen ; sonraları ise duymazsam eksiklik hissettiğim deniz kokusuyla ve beşiktaşın gün ışığıyla, arada da alt katlardaki ev hallerinin sesleriyle, belki mutfak kokularıyla karışık kuş sesleri..

Her evin yogun yaşanmışlıkları vardır tabi ; bizimkisi en güzeli bilmişliği yapmak istemem ama bizimki hakkaten daha bir yaşanmış gibiydi sanki.  Gelen gidenlerin bir şeyler karalayabileceği bir defter tutmamış olduğumuz için hep bir pişmanlık kalacak galba içimde.

Kapıdan içeri gireni sarıp sarmalayan, nasılsa, gercekten halen tam adlandıramadığım sıcacık yumuşacık bir enerjisi vardı bizim "mısırlıbahce"nin. Her gündüz her gece hareketi eksik olmayan; salonda elinde gazetelerle kocaman L koltugumuza serilip degilse, mutfakta bi yandan yemek yapıp bi yandan ayakta sohbet eden; yataklarda ev haliyle degilse terasta serilmiş battaniyelerin üzerinde uzanıp mırıl mırıl konusup keyifle uyuyakalan, her gelenin elinde ya tatlılarla ya içkilerle geldiği ; geldikten sonra çıkamadığı, en az biz ev sahipleri kadar sahiplenebildiği ; giderlerken ufak teşekkür notları bıraktığı , yaşayan bir evdi bizimkisi.

Sabah kalkan çayı koyar, pencereleri açar, müziği açar, kendikendine şarkı mırıldanıp kahvaltıyı hazırlamaya başlardı; evdekilerin uyanmasını, odalarından cıkmasını beklerken..
her daim bir dolu dolu ruh hali vardı o mısırlıbahce sokaktaki apartmanın son katının. yaşadığına şükreden, neşeyle, pırıltısıyla, aşkla dolu oldugu kadar, herkesin kendi "zorluklarına" karsı verdiği çabayla gayretle de dolu; dopdolu işte.
Hepimizin hayatının en belirleyici yılları geçti sanırım orda.  Evet, cogu insanın üniversite yıllarında oldugu gibi.

İnsanın güzel anılarının olması, o kokuyu , o sesi duydugunda suratında özlemle karışık da olsa bir gülümseme hali yayılması ne güzeldir..  Şanslıyız.






15 Mart 2012 Perşembe

Yılların getirdiği

Genel olarak herhangi birilerine "hayranlık" duygusunu pek yaşamamakla birlikte; bazı insanlara çook çok saygı duyuyorum. İyi ki böyle insanlar var hayatta diyorum; iyi ki varlar da ilham veriyorlar...

Biyografileri de hep sevmişimdir. Gerçek hikayeleri. Var oluş öykülerini..
Yoktan var etmiş insanları hele ki, çok çok saygıyla dinler , izlerim.  Maddi yokluk-varlıktan bahsetmiyorum. insanın kendini bulmaya çalışması, mutlu olma çabası, anlama çabası, özgürleşmesi.. bunlar da bir çeşit var etmek. Sorgulayan insan; üreten, yaratan bir insan her zaman benim gözümde.
hayatını "olabilecek" en iyi yere getirmeye çabalayan insan, ve "olabileceğin"en güzellerini hayal edebilen insan, var edebilen, var olabilen insandır işte.

Şööyle özgürce, rahatça kollarını iki yana açtıklarında dünyayı kucaklayabilen insanlar var, açık, tertemiz, ferah.. kendilerini kabullenmiş, oldugu gibi olan, kendini çok iyi tanıyan, en başta kendi değerlerine sadık; farkında.

ntvmsnbc websitesinde " yılların ögrettiği " diye bir bölüm var, güncellendikçe bakıp, her seferinde de çok begeniyorum. saygı duyulacak "karakterler" var, yıllarca "hakkını vererek" yaşamış.

Aydın Boysan, Seyfi Dursunoğlu, Betül Mardin, Ara Güler, Serra Yılmaz.. Hepsi "Yaşadım ben ulan!" diye bagırıyorlar sanki karşımda. "Doya doya yaşadım!" 
denge hep bir sürü "uç"a gide gele bulunur ya zaten; bunlar tüm uçları denemişler de şimdi dengedeler gibi işte. Yıllar okunuyor bakışlarında, kelimelerinde, duruşlarında.. Güzeller.


Serra Yılmaz

Aydın Boysan


Aydın Boysan


Ara Güler


Yıldız Kenter

Yıldız Kenter


11 Mart 2012 Pazar

İndigodan bulutlar

Bazen fabrikada gezerken yerde bulutlar görüyorum. Deniz dalgaları falan..
Acayip olaylar olabiliyor "indigo"yla.  Doğal haliyle bir sürü şey yaratabiliyor, kendiliğinden.
Seviyoruz.











Güzeller içinden bir seni seçtim

Sipariş verecekken menüde daha önceden bilip de sevdiklerini değil de, daha önce hiç denemediklerini seçenlerdenim.
Bilmediklerim - tahmin bile yürütemediklerim- halen varsa, zaten bildiklerimi tadacak olmak zaman kaybı gibi tuhaf bir boşa geçirme-fırsatı değerlendirememiş olma gibi bir his veriyor bazen.

Çok sevdiklerine sahip çıkmak, devamlı arkasında olmak istiyorsun, o ayrı, ki sadakat duygum gereğinden fazladır çoğu zaman; ama yeniler hep olmalı, hep olmalı işte. Az seçenek oldugundan onu almayı degil de, tüm secenekleri değerlendirdikten sonra onu seçmiş olmayı yeğliyorum herhalde.

Bugün yine bir yerlerde tek başıma oturasım geldi, az seçeneğim var nitekim hakkaten. Birden bir spontanelik ihtiyacı hissettim bünyede, devamlı gidip -diger mekanlara oranla- rahat ettiğim bir yere degil de, daha önce hiç oturmadığım bir yere giriverdim.

Ben bazen sırf şu merakım yüzünden çok şey kazanıyorum galba.

Caribou Coffee diye bir yer. Duymamıştım daha önce. türkiyedeki diğer tek şubesi bağdat caddesi'ndeymiş. 2.sini Kayseri'de açmışlar, şu ara monotonlaşmaya başlayıp azcık canımın sıkıldığını, yeni mekanlar vs aradığımı birileri duymuş olmalı.  Bi de kalkıp burasının beni mutlu etmek için karşıma cıktıgına falan inanırım ben.. vallaha inanırım!
Sevdim resmen burasını :  Caribou Coffee

Life is short, stay awake for it. :)





9 Mart 2012 Cuma

Ne o ?

Zaten var olanı-görüneni herkes görüyor da; bazılarının dünyası herkesin göremediklerinden var oluyor, çok acayip şeyler görüyorlar "öylesine" bakılanlarda. Saygı duyuyoruz kendilerine.

Ne olduğu değil, kime nasıl göründüğü önemli aslında.

"Bakış açısı her şeydir." demiş miydim hiç bu blogda ? :)










6 Mart 2012 Salı

Beautiful people do not just happen.

The Holstee Manifesto


Bu manifestoyu laptopumda da telefonumda da masaüstü yaptım. 
Bunları unutmak an meselesi çünkü, unutmayayım.
İnsanın kendini hiiiç ummadıgı, gaaayet iyi hissettiğini sandığı bir anda bir stress hali, bir tedirginlik hali, bilmediği şeylerden  bir korkaklık hali içinde bulması çok muhtemel çünkü, kendimi öyle buldugumda hemen hatırlayayım.
Hayatın ne kadar basit oldugunu devamlı söyleyip söyleyip kendi kulaklarını kendin de tıkadığın olabiliyor ne de olsa çünkü, kendime hakim olayım.

Amaç-araç karışmasın, amaçların farkında olunsun, unutulmasın.

Özlediğim.

Tramvay sesine bile bu kadar duygulanabilir mi insan...
Havasını soluyup yaşadığını anca o zaman hissedebilir mi..
İstanbul; coşku şehri, duygu şehri, tutku şehri..
Uzağındayken ne kadar öylesine yaşadığımı her içine girdiğimde tekrar tekrar anladığım.
Ait hissettiğim.
Ait hissettiğim.
Ait hissettiğim.

Çok sevdiğin'den bir şeyler oldugunda onu hatırlatacak, hep üstünde taşımak hep onu ne kadar sevdiğini hem kendine hem herkese göstermek istersin ya, onu ne kadar sevebildiğinle, aranızdaki bağ ile gurur duyarsın, daha da sarılırsın ya; fotograflardaki t-shirt ve yüzüğü öyle seve seve kullanacağım sanırım.