Çok heyecanlı çok! Bir şeylere yeni başlıyor olmak inanılmaz heves verici, çok güçlü, umut dolu bir şey. Her olasılığa her zaman şans vermemden ve "kesinlikle olmaz"ları gereksiz bulmamdan kaynaklı belki, hep hiç tahmin edemeyeceğim şekilde gelişmiştir hayatım. Korkmadan bir anda kararlar verirsin, değişiverir ya her şeyin, hangi ara düşünüp uyguladığını bile hatırlamazsın, direk olayın içinde bulursun kendini falan, seviyorum o hali işte. Bodoslama atlamak mı denir, korkusuzca yaptığın herhangi bir eylem işte, yaşa anasını satayım! Hislerime, içgüdülerime vs çok güveniyorum hep, inanç mevzu..
Ne zaman bir anda değiştiriverdiysem hayatımı, iş'te, eş'te, yaşadığım yerde, hep tahmin edemeyeceğim kadar güzel yerlere bağlanmıştır. Uzun sürmüştür kısa sürmüştür orası değişir, ya da o kadar yoğun mutluluk sonrası dibe batışlar da olasıdır ama, gülün dikeni gibi bir şey o.
Senelerdir öğrencilik hayatına seve seve de olsa "bağlı kalmış" ve haliyle bir çok şeyde sınırlanmış hissetmiş biri olarak, bundan sonra neler yapacağımın belirsiz olmasına ve her tarafa kayabilecek olmasına "tamm benlik" derim! İki ay sonra kendimi tahmin etmediğim bir şehirde şu an hiç tanımadığım insanlar arasında bulabilirim. Yeni bir şeyler göreceğim ve yeni heyecanların içinde olacağım kesin, "yeni" işte! Yeni bir şeyler kazanıcam. Şimdiki halden bir şeyler vererek değil, bunları koruyup üzerine bir şeyler ekleyerek. Ve yeni sorunlarım da olacak evet:) Olsun yani eee? Hallederiz :) Her olasılığa açık ve nasılsa inanılmaz bi güven içinde bekliyorum şimdi hangi olasılıkların ağır basacağını.
Çok heyecanlı çok...
Tutarsızlık Uyarısı
"Kısa" yazılar yazmak istediğimi söylemiş miydim?
27 Haziran 2010 Pazar
25 Haziran 2010 Cuma
Gelsin hayat bildiği gibi
En iddialı olduğum ve en güvendiğim şey belki bu kendi içimde; en çok şükrettiğim, en büyük şansım...
"Az hata yaparım kötü şeyler yaşamam" asla diyemem, "Az üzülürüm hemencecik atlatırım herbişeyi" diyebilmek gibi gibi bir insanüstü yeteneğim de yok; tersine dibine kadar yaşamayı seviyorum her seferinde resmen, yoğun yaşamışsam bi güzel de üzülürüm niye bir şey hissetmemişim gibi kendimi kandırayım, kendime ayıp :)
Ama, üzen şeyleri ne pahasına olursa olsun üzdükleri yerde bırakabiliyorum galba.
Egoyu, dişilik hırslarını vs umursamadan. Hatta kendimi geri planda bırakmayı göze alıp.
Asla kin yok, asla nefret, öfke, hırs vs yok öyle şeyler.. Ne herhangi bir insana, ne herhangi bir olaya. Kadere şansa kendine kızmak falan da yok. Dün güzel anıp özel tanımladıklarımıza bugün lanet okumak kendimizle çelişmek olur herhalde en başta.
Hatta ne kadar çok sevebilirsem onları o kadar içim rahat ediyor aslında. Yaşadığın her şeyle barışık olmak yaptığın söylediğin her şeyin arkasında durabilmek o kadar büyük bir iç rahatlığı ki. Azcık sevimsiz olan, ne yazık ki bir daha eskisi kadar sevemiyor olduğunu görmek. İçtenlikle ve "sevebilmek"le yaşayan insanlar olduğumuzdan, içten içe içim rahat etsin diye onları haklı kendimi haksız görmeye ya da herşeyi sıfırlamaya çalışsam da, içim almıyor galba. Çaba versem de temize çıkartamıyorum beni üzen şey her ne ise... Çünkü eminim ki sevgim gitmesin diye sonuna kadar zorlamışımdır zaten, sonuna kadar onun tarafında olmuşumdur zaten; ama buna rağmen içimden kopabildiyse bir şeyler hakkaten eşik değerini aşmış demek ki olaylara kırılmışlığım.
O olayları hayatının orasında bırakabilmek, bir dönem hayat enerjin olan olayları şimdi istesen de önemseyememek, inanamamak, takıntı olmaması adına iç ferahlatıcı, ama bir o kadar "yazık oldu be" duygusuna yaşatıyor. "Hayal kırıklığı" işte... Ne güzel de ışıldıyorduk mutluluktan, ne güzel sevebiliyorduk o anımızı... Şimdi herşey yine sıfır noktasında. Daha öncekiler hiç yokmuş gibi. Duygu tüketici bir şey. Nefretten öfkeden daha acıtıcı bu aslında.
Ve asla pişmanlık yok. Ne yaptığım ne yapmadığım herhangi bir şey için. O kadar içim rahat söylerim ki bunu. İşte en büyük şansım bu herhalde. "Şimdiki aklım olsa daha farklı yapabileceğim" şeyler vardır sadece biraz. Ama o zamanki aklıma da yaptığı her neyse saygı duyarım:) Eminim o an koşullarına göre en kendine göre olanını yapmıştır.
Ne olabilir ki? En fazla ne olabilir ki?? Kendi hayatımla ilgili korkamıyorum nasılsa. Heerbir şey geçiyor işte. En olmaz dediğin şeyler de oluyor, en dayanamam dediğin şeylere de gayet dayanıyorsun. En fazla kendine biraz zarar veriyorsun üzül süzül falan.. Başkasına zarar vermediğin sürece, yanlış yapmadığından kendin emin oldugun sürece, vicdan rahatlıgı mı derler, kendinden ödün vermemek mi, karakterinden emin olmak mı.. İşte onu hissedebildiğin anda her şekilde yola devam ediyorsun, içinde aynı umutları tasıyarak, aynı güzelliklere inanarak. Gerekli derslerini almış oluyorsun sadece. Güvenmek için birazcık daha zamana ihtiyacın oluyor, azcık daha temkinli davranıyorsun. Ama asla kendine inancına zarar gelmiyor kendi doğrularını bilerek, "farkında olarak" yaşadığında.
Basamak basamak işte... Sen o basamakta kalmak için diretmedikçe bir sonraki basamak her zaman oluyor.
"Az hata yaparım kötü şeyler yaşamam" asla diyemem, "Az üzülürüm hemencecik atlatırım herbişeyi" diyebilmek gibi gibi bir insanüstü yeteneğim de yok; tersine dibine kadar yaşamayı seviyorum her seferinde resmen, yoğun yaşamışsam bi güzel de üzülürüm niye bir şey hissetmemişim gibi kendimi kandırayım, kendime ayıp :)
Ama, üzen şeyleri ne pahasına olursa olsun üzdükleri yerde bırakabiliyorum galba.
Egoyu, dişilik hırslarını vs umursamadan. Hatta kendimi geri planda bırakmayı göze alıp.
Asla kin yok, asla nefret, öfke, hırs vs yok öyle şeyler.. Ne herhangi bir insana, ne herhangi bir olaya. Kadere şansa kendine kızmak falan da yok. Dün güzel anıp özel tanımladıklarımıza bugün lanet okumak kendimizle çelişmek olur herhalde en başta.
Hatta ne kadar çok sevebilirsem onları o kadar içim rahat ediyor aslında. Yaşadığın her şeyle barışık olmak yaptığın söylediğin her şeyin arkasında durabilmek o kadar büyük bir iç rahatlığı ki. Azcık sevimsiz olan, ne yazık ki bir daha eskisi kadar sevemiyor olduğunu görmek. İçtenlikle ve "sevebilmek"le yaşayan insanlar olduğumuzdan, içten içe içim rahat etsin diye onları haklı kendimi haksız görmeye ya da herşeyi sıfırlamaya çalışsam da, içim almıyor galba. Çaba versem de temize çıkartamıyorum beni üzen şey her ne ise... Çünkü eminim ki sevgim gitmesin diye sonuna kadar zorlamışımdır zaten, sonuna kadar onun tarafında olmuşumdur zaten; ama buna rağmen içimden kopabildiyse bir şeyler hakkaten eşik değerini aşmış demek ki olaylara kırılmışlığım.
O olayları hayatının orasında bırakabilmek, bir dönem hayat enerjin olan olayları şimdi istesen de önemseyememek, inanamamak, takıntı olmaması adına iç ferahlatıcı, ama bir o kadar "yazık oldu be" duygusuna yaşatıyor. "Hayal kırıklığı" işte... Ne güzel de ışıldıyorduk mutluluktan, ne güzel sevebiliyorduk o anımızı... Şimdi herşey yine sıfır noktasında. Daha öncekiler hiç yokmuş gibi. Duygu tüketici bir şey. Nefretten öfkeden daha acıtıcı bu aslında.
Ve asla pişmanlık yok. Ne yaptığım ne yapmadığım herhangi bir şey için. O kadar içim rahat söylerim ki bunu. İşte en büyük şansım bu herhalde. "Şimdiki aklım olsa daha farklı yapabileceğim" şeyler vardır sadece biraz. Ama o zamanki aklıma da yaptığı her neyse saygı duyarım:) Eminim o an koşullarına göre en kendine göre olanını yapmıştır.
Ne olabilir ki? En fazla ne olabilir ki?? Kendi hayatımla ilgili korkamıyorum nasılsa. Heerbir şey geçiyor işte. En olmaz dediğin şeyler de oluyor, en dayanamam dediğin şeylere de gayet dayanıyorsun. En fazla kendine biraz zarar veriyorsun üzül süzül falan.. Başkasına zarar vermediğin sürece, yanlış yapmadığından kendin emin oldugun sürece, vicdan rahatlıgı mı derler, kendinden ödün vermemek mi, karakterinden emin olmak mı.. İşte onu hissedebildiğin anda her şekilde yola devam ediyorsun, içinde aynı umutları tasıyarak, aynı güzelliklere inanarak. Gerekli derslerini almış oluyorsun sadece. Güvenmek için birazcık daha zamana ihtiyacın oluyor, azcık daha temkinli davranıyorsun. Ama asla kendine inancına zarar gelmiyor kendi doğrularını bilerek, "farkında olarak" yaşadığında.
Basamak basamak işte... Sen o basamakta kalmak için diretmedikçe bir sonraki basamak her zaman oluyor.
24 Haziran 2010 Perşembe
Hangisi daha kolay?
Sanmıyorum ki herhangi bir yerde takılıp kalayım.
İnsanın kendi kendine koyduğu sınırlar kadar tehlikeli değil hiçbir şey, kendisine ya da çevresine yapıştırdığı önyargılı kişilikler ve buna kendini inandırması kadar uzaklaştırıcı ve sınırlayıcı olamaz başka bir " gerçek sorun".
Geçmişte kazandıkların, kaybettiklerin, yaşadıkların, gördüklerin öyle kirletiyor ki aklını, kalbini... Objektif bakamaz oluyorsun en sonunda, ne kendine, ne O'na, ne diğerlerine.
"Eternal sunshine of the spotless mind" tadında ütopik bir beklentim yok, ama en azından babamın kendimi bildim bileli en çok verdiği öğüdü tutabileyim : " Hiç bişeye karşı önyargılı olma, ne kötü önyargılı, ne iyi önyargılı. "
Herkes kendi mazisinden yola çıkarak çiziyor çerçevesini ve geçmişlerden yola çıkılarak oluşturuluyor hep gelecekler.
Gerçeği görmeye engel, şimdiki zamana kendini bırakmaya engel, "doğalını" yaşamaya engel kendi içimizde saplanıverdiğimiz inançlarımız. "İyi ya da kötü önyargılarımız".
Mazi ve inançlar alışkanlık yaratır ve alışkanlıklar da herzaman daha kolaydır, bilirim. Tehlike burada başlıyor zaten. Yaralarından uzaklaşınca iyileşeceğini bile bile, onlara sadık kalmak istersin bazen, o yaralardan uzak kalmak daha yabancı hissettirir sana kendini, yaraları kaşıdıkça ne fes alabiliyorsundur sanki sadece. Kendini daha yalnız hissedersin senelerdir olan inançlarını ve korkularını atmaya kalktığında, o inançların seni dibe cekebileceğini bile bile. Bir türlü çözememiş olmanın verdiği bir zayıflık belki de. Çözebileceğin günü beklemek o yarayı silmekten daha cazip geliyor ve kurtulmak bile istemiyorsun. Hatta bu yüzden seni daha iyi hissettirecek bir sürü şeyin kötü tarafını görmek istiyorsun. Kendini haklı çıkarmak, o inançlarının doğru olduğunu ve gercekten yaraların hep var olduğunu kendine kanıtlamak seni rahatlatıyor sanki, kendine geliyormuşsun gibi. Kendini hatırlıyormuşsun gibi. Görmek istediklerini görüyorsun yaralarını devamlı taşımak için sonra da. Hastalık işte. Bataklık. Ve vurguluyorum, bir o kadar da, "seçim".
Herkesin var birsürü yarası beresi. Nerelerden geçmedik şunca senelerdir?
Hem kendim yürüdüm o yollardan, hem yürüyenlere eşlik ettim, hem seyrettim.. Arada kendi yolumda düştüm kaldım, arada başkalarının bataklığına saplandım. Ama hakkaten sanmıyorum ki artık bir yerde takılıp kalayım. düşerim kalkarım düşerim kalkarım... En doğalıyla, en "insanca"sıyla. daha ne yollar var kimbilir, önümüz açık..
Dışarıdan seyretmen gerekiyor bazen kendi hayatını, çıkmazlara düştüğünde. Senin eline yapış yapış endişeler ve korkular tutuşturup elini kolunu balçığa bulayarak geçivermiş olan mazinin arkasından bakakalmak yerine; iki dakikalıgına onu görmezden gelerek, zihnini kısacık bir süreliğine temizleyerek düşünmek gerek, hele ki karar aşamalarında.
En azından bunun farkına varıp çaba göstermenin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. İçi ferahlayıveriyor insanın o an, büyük yüklerden kurtulurmuşsun gibi. Umut dolabiliyorsun geçmişi siliverdiğinde.
Yok saymak değil bahsettiğim asla. Tortularından ve isinden pisinden temizlenmek gibi bir şey.
Geçmişine değil de geleceğine odaklandığında o kadar da zor değil hiç bir şey. Ufacık bir bakış açısı değişikliği sadece. Birazcık çaba. Seçim ve kendini kontrol. Ama en önemlisi, istek.
İnsanın kendi kendine koyduğu sınırlar kadar tehlikeli değil hiçbir şey, kendisine ya da çevresine yapıştırdığı önyargılı kişilikler ve buna kendini inandırması kadar uzaklaştırıcı ve sınırlayıcı olamaz başka bir " gerçek sorun".
Geçmişte kazandıkların, kaybettiklerin, yaşadıkların, gördüklerin öyle kirletiyor ki aklını, kalbini... Objektif bakamaz oluyorsun en sonunda, ne kendine, ne O'na, ne diğerlerine.
"Eternal sunshine of the spotless mind" tadında ütopik bir beklentim yok, ama en azından babamın kendimi bildim bileli en çok verdiği öğüdü tutabileyim : " Hiç bişeye karşı önyargılı olma, ne kötü önyargılı, ne iyi önyargılı. "
Herkes kendi mazisinden yola çıkarak çiziyor çerçevesini ve geçmişlerden yola çıkılarak oluşturuluyor hep gelecekler.
Gerçeği görmeye engel, şimdiki zamana kendini bırakmaya engel, "doğalını" yaşamaya engel kendi içimizde saplanıverdiğimiz inançlarımız. "İyi ya da kötü önyargılarımız".
Mazi ve inançlar alışkanlık yaratır ve alışkanlıklar da herzaman daha kolaydır, bilirim. Tehlike burada başlıyor zaten. Yaralarından uzaklaşınca iyileşeceğini bile bile, onlara sadık kalmak istersin bazen, o yaralardan uzak kalmak daha yabancı hissettirir sana kendini, yaraları kaşıdıkça ne fes alabiliyorsundur sanki sadece. Kendini daha yalnız hissedersin senelerdir olan inançlarını ve korkularını atmaya kalktığında, o inançların seni dibe cekebileceğini bile bile. Bir türlü çözememiş olmanın verdiği bir zayıflık belki de. Çözebileceğin günü beklemek o yarayı silmekten daha cazip geliyor ve kurtulmak bile istemiyorsun. Hatta bu yüzden seni daha iyi hissettirecek bir sürü şeyin kötü tarafını görmek istiyorsun. Kendini haklı çıkarmak, o inançlarının doğru olduğunu ve gercekten yaraların hep var olduğunu kendine kanıtlamak seni rahatlatıyor sanki, kendine geliyormuşsun gibi. Kendini hatırlıyormuşsun gibi. Görmek istediklerini görüyorsun yaralarını devamlı taşımak için sonra da. Hastalık işte. Bataklık. Ve vurguluyorum, bir o kadar da, "seçim".
Herkesin var birsürü yarası beresi. Nerelerden geçmedik şunca senelerdir?
Hem kendim yürüdüm o yollardan, hem yürüyenlere eşlik ettim, hem seyrettim.. Arada kendi yolumda düştüm kaldım, arada başkalarının bataklığına saplandım. Ama hakkaten sanmıyorum ki artık bir yerde takılıp kalayım. düşerim kalkarım düşerim kalkarım... En doğalıyla, en "insanca"sıyla. daha ne yollar var kimbilir, önümüz açık..
Dışarıdan seyretmen gerekiyor bazen kendi hayatını, çıkmazlara düştüğünde. Senin eline yapış yapış endişeler ve korkular tutuşturup elini kolunu balçığa bulayarak geçivermiş olan mazinin arkasından bakakalmak yerine; iki dakikalıgına onu görmezden gelerek, zihnini kısacık bir süreliğine temizleyerek düşünmek gerek, hele ki karar aşamalarında.
En azından bunun farkına varıp çaba göstermenin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. İçi ferahlayıveriyor insanın o an, büyük yüklerden kurtulurmuşsun gibi. Umut dolabiliyorsun geçmişi siliverdiğinde.
Yok saymak değil bahsettiğim asla. Tortularından ve isinden pisinden temizlenmek gibi bir şey.
Geçmişine değil de geleceğine odaklandığında o kadar da zor değil hiç bir şey. Ufacık bir bakış açısı değişikliği sadece. Birazcık çaba. Seçim ve kendini kontrol. Ama en önemlisi, istek.
22 Haziran 2010 Salı
kirli hafızalar
Ahmet Altan kör noktaları iyi göstermiş.. Bir şeyleri iç rahatlığı ve doğalına bırakarak yaşamak ile aynı şeyleri farketmeden şartlanmışlıkların ve kemikleşmiş önyargıların esirliğinde yaşamak arasında ne korkunç ne soğuk ne iğrenç bi uçurum vardır...
"İki yabancıdan, hangisinin nerede bitip hangisinin nerede başladığı anlaşılamayacak tek bir varlık yaratıp, sonra o tek varlığı parçalayıp ondan iki kederli yabancı çıkartan korkunç büyünün büyücüsü kimdi?
Tanrı bir anlığına yeryüzüne eğilip usulca üfleyerek hafızamızı silseydi ve biz yaşanmış her şeyi unutarak, iki yabancı gibi yeniden karşılaşsaydık ne olurdu? Yaşadıklarımızı tekrar yaşamak için tekrar birbirimize doğru yürür müydük?"
“Niye yan yanayken birbirlerine aşık olamıyorlardı da, ancak hafızaları silindiğinde, birbirlerini yabancı sandıklarında yeniden ortak sevgilerini yaratabiliyorlardı?
Önce onları birbirine yaklaştıran “ilişki”, büyüdükçe sanki onları iki yana doğru itiyor, mutlu anlardan çok mutsuz anlardan beslenerek irileşiyor, iki kişinin arasında bir bağ olmaktan çıkıp bir duvara dönüşüyordu. Aşılması güç bir duvara. İlişki dediğimiz, iki insanın ortak hafızası…”
“İlişki olmadığında ben sevdiğimin ruhuna ulaşamıyorum, onunla kaynaşıp tek bir varlık haline dönüşemiyorum; ilişki olduğunda da ortak hafızamın lekelerinden sevgimi, kendimi, sevdiğimi koruyamıyorum.
Sevgimiz ilişkimizle lekeleniyor.
Biz ilişkimizle birbirimizden kopuyoruz.
Bizi bağlayan, bizi ayırıyor. “
Ahmet Altan.
21 Haziran 2010 Pazartesi
"anlatmak" mevzuu
Bir şeyler anlatacaksam, o şeyi en açıklayıcı, en iyi en içten anlatabilmek ve içimden geçeni en açık şekilde ifade etmek isteğimden (alışkanlık ya da takıntı da olabilir) dolayı, bazen yazmaya hiç başlayamıyorum. Zaten "içinde tutamayan" bi insanım, ve o içimden o kadar çok şey geçiyor ve o yoğunlukla onları o kadar çok yere bağlayabiliyorum ki, o çokluğu yazıya hakkettiği gibi taşıyamayacağımı ve bişeylerin mutlaka eksik kalacağını düşünüp, en başından vazgeçiyorum içindekileri cümleye dökmeye çalışma olayından.
Herşeyi anlatma isteğim falan yok bu sefer o yüzden. Sonunda kendimi (kendime bile) anlatmaya çalışmaktan yorulmuş ve sıkılmış da olabilirim..Hatta anlatmaya hiç gerek duymamaya kadar aştım şu ara. Büyük ilerleme benim için.
Basitlik-netlik-yalınlık iyidir. Neyse o..
İçimden iki cümle geçtiyse onu on cümleyle daha da anlaşılır hale getirmeye karışıklaştırmaya lüzum yok dedim en son.
Herşeyi anlatma çabası olmadığında daha çok şey anlatabiliyorsun bazen hem.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)