Tutarsızlık Uyarısı

"Kısa" yazılar yazmak istediğimi söylemiş miydim?


29 Aralık 2010 Çarşamba

Dem bu demdir

“… coşkuyla taşan gerçek benliğini bastırmaya kalksaydı, çok daha büyük bir bedel ödeyecekti. Durmadan “başkaları ne der” diye kaygılanan, sürekli olarak “şu işleri bir halledeyim, ondan sonra kendimi bütünüyle hayallerime adayacağım” deyip duran ama bir yandan da “koşullar el vermiyor” yakınan kırgın ve mutsuz biri olacaktı.”*

İnsanın içi huzurlu olsun, kendine-yaptıklarına-düşündüklerine, en azından kendi iyi niyetine ve samimiyetine güvensin; geriye korkması gereken hiç bir şey kalmıyor. Çalkalansa da, sarsılsa da yoluna giriyor herşey. Tam da istediği gibi oluyor.
Çok basit. İçinde sevgiyi, anlayışı, sabrı ve inancı barındırabilecek kadar dingin olabilirsen, en coşkulu en heyecanlı anlar da senin oluyor. O sakinliğe ulaşabilirsen, egosuz, hırssız, komplekssiz; kendini en dogalına bırakıp en uç neşeye de bir sen bürünebiliyorsun. En gözlerine bir sen bakabiliyorsun karşındakinin. En doğalını sen sevebiliyorsun belki. En mutlu sen olabiliyorsun hatta.

Arada garipsenen, arada üstüne konuşulan hatta, anlam verilemeyen, daha "anlamsızı" yanlış anlamlandırılan.
Mutlu musun?
İçin rahat mı?
Kendini biliyorsan, herhangi bir olaya bağlı kalmamalı sevgin,saygın,enerjin. Herşeyin ne kadar farkında olursan, o kadar dogru yerlerde soyutlayabiliyorsun kendini dış olaylardan. Bazen gerçekten hiç gerek olmuyor çünkü o üzeri dumanlı kargaşalara girmeye.

*Paulo Coelho - Portobello Cadısı

4 Aralık 2010 Cumartesi

Deliliğe Övgü

Bir şeyi sadece "korktugun için yapmadığını" farkettiğinde onu inadına yapasın oluyor mu senin de?
Ya da bir şeyi sırf çok saçma diye yapmak istediğin? içten içe gülerek?
Hani "ulan bi kere geldik dünyaya be!" diyerek bir anda kendini sokakta koşarken bulduğun anlar falan?
Ya da ne bileyim, yolda garipsendiğini bile bile şarkı söylediğin, ıslık çala çala yürüdüğün?

Oluyor mu?
Hikayelerin ne güzel değil mi?

"İyiyse iyi kötüyse kötü, yaşadım arkadaş! yaşıyorum! " diyebiliyorsun.

Başkasının sınırlarına geçmediğin sürece, saçmalayabilmek ne güzel bir şeydir! Hele ki onu paylaşabilmek. Yanında aynı "akılda" birileri varsa dadından yinmez o zaman.


Diesel'in uzun süredir devam ettirdiği reklam kampanyası , uzun süredir felsefesini en takdir ettiğim sloganlar ve çekimlere sahip.









Özel

"Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim
Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim
Bu sözleri sana herkesin içinde söyleyeceğim
Ama senden başka kimse duymayacak
Kimse anlamayacak. "


Mevlana

29 Kasım 2010 Pazartesi

Sezgi

Ne güzel, olduğun gibisin çocuk. Yorulmuşsun ve yorulduğunu gösteriyorsun, inkar etmiyorsun, başka şeylerle kapatmıyorsun. Ne daha fazlasın, ne daha az. İhtiyacın yok.

Ne güzel, susabiliyorsun çocuk. Sakince. Benim içim "dış"ta o kadar koşmaya ve anlatmaya alışmış ki, senin yanında kendime gelip dinleniyorum, bilmiyorsun.


Ne güzel, bakabiliyorsun çocuk. Öylece. Sadece. Neler görüyorsun bilmiyorum ama düşünüyorsun, ne gördüğünün farkındasın.

O kadar derine bakıyorsun ki, herkesten sakladıklarımı, kendimin dahi bilmediklerini senden saklayamama ihtimali korkutuyor, bilemezsin.

Bir şey olmaya çaban yok, belki mutlu olmaya bile. Ama bu halinle mutlusun, değiştirmeye gerek yok.

Mükemmel olmak değil hayalin, istediğin gibi kalabilmek senin mükemmelin.

Umudun var mı, bilmiyorum, bilmiyorsun. Bunu düşünmüyorsun da. Yaşıyorsun.

Anlatacak ne çok şeyin var aslında çocuk..
Sıra sıra dinleyeceğim.


Ve kimseye anlatmadıklarımı anlatacağım sana. Sıra sıra.


Acele etmeden.

En az senin kadar sakin ve kendim gibiyken.

14 Kasım 2010 Pazar

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul


Bir barın ikinci katından alt kattaki sahnesine ve çevresindekilere baktım mesela..Tüm gece benim de içinde bulunduğum ve aynı hallerde olduğum insanlara. Çaktırmadan onların dışına çıkarak.

Yabancı birinin istanbul gençliğini anlatan bir belgeselini seyrediyor gibi hissettim o merdivenlerin tepesinde otururken. Ya da Fatih Akın'ın filmlerindeki bar sahnelerini yaşıyor gibi..

Beyinlerden ziyade tamamen içgüdülerin ortamı ele geçirdiği kesin; temiz-düzenli-mantıklı hallerden ziyade azcık daha serseri-azcık karanlık- umursamaz hallerin bedenleri ele geçirdiği kesin.. Hepimizin içinde olan. arasında incecik bir çizgi olan. incecik.

Gün içinde "olması gereken"leri olmuş, uyum sağlamak zorunda hissetmiş ve kendine sınırlarını hatırlatarak yürümüş bünyelerin, bünyelerimizin, bir anda kendini özgürleştirmek istemesini, bir anda tüm maskelerini fırlatıvermek istemesini seyrettim. İçlerde birikmiş sıkıntıları atmak isteyen çığlıkları dinledim.

İnsani haller.. Yüzüme o düşünceli hali yapıştıran şey ise bu sefer de başka maskeler görüyor olmamdı herhalde. Eğlenmek zorunda hisseden maske mesela, cool ve çekici gözükmesi gereken maskeler ya da, sahnede seksi olmak çabasının maskesi de olabilir. Bazen o kadar itici oluyor ki o doğalına aykırı haller. Bir şeyde yapmacıklık sezmeyegöreyim...

Alkolün içindekileri dışa sızdırabilen halini seviyorum, doğalını dışa gösterebilen halini.. Başka kalıplara sokanını değil..

Kendi halinde kendi gibi insanlar hiç göremedim neredeyse ben o tepeden aşağıya bakınca.

7 Kasım 2010 Pazar

Hiç durmaz.

"Akıl bazen gider, bazen de geri gelir. Bazen akıllısındır, bazen de gerizekalı." *

Bazen canın bunu ister, bazen de şunu. Bazen böyle tepki verirsin, bazen de öyle. Bir iyi ki dersin, bir niye ki. Bir böylesindir, bir öyle.

Bu hep aynıdır, ama bazen hatırlamazsın.
Bazen hepsinin aynı bedende barındığına şaşırırsın, bazen de hiç şaşırmazsın..
Bazen onlarla savaşırsın, ama en nihayetinde hep barışırsın.

Yoo, dengesiz falan değilsin.

Farklı sen'ler yaratmıyorsun, sen'leri çoğaltıyorsun. Her uç'a gidip gelip dengeni sağlamlaştırıyorsun.
Hayat akıyor ve sen yaşıyorsun, devam ediyorsun.

Sadece bu. Karışık bir şey değil. Basit.

* Vavien'den.

5 Kasım 2010 Cuma

Kirlenmek Güzeldir !

Ne güzel kendi kendime resimlerle oynadım, kolajlar yaptım, sonunda resimlerimi alt alta dizmek yerine az daha kendi isteğimce koyabilicem bloğuma dedim, sonra blogger o kadar fena bir kalitede yükledi ki kolajları, yine alt alta sıfır estetik sıfır yaratıcılıkla dizmek zorunda kaldım resimleri. Başka bi teknoloji varsa da ben bilmiyorum.
Bugün WGSN'de bunları karıştırırken resmen heyecanlandım! Bir şeyi beğenince o beğenme hissini bile çok seviyorum, beğenmekten uçup gidiyorum hatta arada. İlham dedikleri şey böyle bir şey heralde, sırf yaratasın üretesin geliyor.
Zevk dediğin şey de ayrıntılarda gizli hep.

Salaş ve aldırışsız ruh, zevk ile birleşince beni benden alıyor. Kirli paslı hallerin özgürlüğü de. Daha da kendinmişin gibi sanki. Daha da doğalmışın gibi ya da. Olman gereken herhangi bir şeyi kabul etmiyormuşsun gibi.

Şunlardaki güzelliğe bakın; bu renklere hastayım işte!

Jeanologia:
PRPS:
G-STAR:

31 Ekim 2010 Pazar

Başka Tanrının Çocukları

"Hava da güzel oh ne güzel, neşe-keyif-huzur" diye uyandığım günde bir film ancak bu kadar bir anda dağıtabilirdi beni.

"Güneşi Gördüm". Seyreden bir çok kişinin önerdiği ama bir türlü seyredemediğim film... Mahsun Kırmızıgül'ü bir gün takdir edeceğimi nedense çok düşünmezdim ama hakkaten helal, çok iyi yorumlamış kendi yaşadıklarını, geldiği yer ve olduğu yer arasındaki farkı.
Bir sahnenin etkisinden anca çıkacakken başka bir sahne diğer taraftan vuruyor. Çok çok yoğun...

Bazen birilerini dinlerken "anlıyorum" dersin ya, anlayamadıkların o kadar çok ki aslında... Tahmin bile edemeyeceğin o kadar çok hayat var ki. Çok gerçek. Of çok trajik diye izlemekten kaçtığımız filmler var ya, işte onlar gerçek aslında.
Gün içinde konuştuğumuz yüzlerce insanla aynıyız, hatta dertlerimiz bile aynı aslında. Biliyorsun başka bir yerlerde başka hayatlar da olduğunu ama işine gelmiyor işte çok da hatırlamak. Hatırlayıp ne yapacaksın ya da? Kendi hayatına devam edeceksin en nihayetinde, yüzeysel.

Yine de tamamen kopup gitmektense uzaklar'ın varlığını ve gerçekliğini hatırlamak daha insan hissettiriyor insana kendini.

Bu arada "Uçurtma Avcısı"nın kitabı yine başka çocukları anlatan bir kitap, doğu batı uçurumunu türkiye sınırlarında değil de dünya sınırlarında anlatıyor. Afganistan-Pakistan ve diğer savaş ile anılan ülkelerdeki hayatları. Yine çok gerçek ve yine çok okunulası. Filmini seyretmedim, ama var.

"Turtles can fly" yine kesinlikle tavsiyem.

ve bu tarz filmleri sevdiğimi söylediğim dvdci'den diğer tavsiyeler, seyredeceğim;
*Two-legged Horse
*The Stoning of Soraya

Ha tabi "Başka Tanrının Çocukları" da bambaşka bir insanlar arası adaletsizliği anlatan bir filmdi. "Özürlüler" diye tanımladığımız, yine çoğumuza göre "uzak" olan insanları.

Uzaklıklar gerçekliği azaltmıyor. Ve uzaklarda bazı insanlar insanlığı hiç görmemiş, tanımamış. Sevemiyor, güvenemiyor, bilmiyor.
İnsanlar doğduktan sonra hangi ara değişiyor bilmiyorum ama insan her yerde insan değil...insanlık görmüyor, insanca yaşayamıyor ve sebep-sonuç ; hayatı boyunca insanlık gösteremiyor.

Can u feel?

Keyifli. sade. basit. açık. mutlu. özgür. içten. yoğun.
Neşe. huzur. sevgi. tutku. coşku.
samimiyet.
Farkında ol. düşün. "sev". hisset!



Arka fonda yunan müziği çalsın mesela. balkanlardan içini kıpır kıpır edecek bir şeyler. Yanında da gözlerinin içi "gülebilen", hissedebilen insanlar olsun. Hmm.. Masada da leziz yiyecekler ve yeni denenecek kokteyller olsun.
Gözlerinin içine baka baka dansetsin insanlar, kendince, içinden geldiğince, eğlenerek, severek, keyifle..
Öyle devam etsin gitsin. Olmaz mı?







Power of Huggin' !









21 Ekim 2010 Perşembe

"Ne zamandır araftayım"


Sevgili blog,

O kadar çok şey yazasım var ki! yazmaya başlayınca neler çıkıcak kendim de çok merak ediyorum ayrıca, ama o yüzden de yazamıyorum sanırım.
insanoğlu ne garip bir canlıcık değil mi? birsürü bizler var bizden içeri falan..

Yazmayacağım ya tamam.

Bu arada mor ve ötesinin araf'ı güzel galba,sardı son zamanlarda.
Bir de nouvelle vague, in a manner of speaking'in her zaman hastasıyım.
Daniel marriweather'ın impossible'ına da.
Brandi carlile- the story'i söylemezsem zaten olmaz.

Hayat güzel sevgili blog hayat güzel, bir öyle bir böyle, bazen de karışık, dağılıyor flan ama toplamda yine de baya bi güzel, tek bi bakışla gülüşle değişiyor çoğu zaman, unutmamak lazım=)

7 Ekim 2010 Perşembe

Olgunlaşmak dediğin..

Herkesten kaçtım, yazı yazmak için istiklal'in beni dışarıdan soyutlayabilecek, ama bir yandan da kalabalığıyla kafamı dağıtabilecek bir köşesini bulup oturdum.
Sonra birşeyler okumaya başladım her nasılsa, zamanım az diye yazı yazabilme yetim de kaçtı, onun yerine o an okuyup çok çok yakın hissettiğim bir yazıyı kopyalayım dedim buraya. Can Dündar'dan yine her bir cümlesini kendiminmiş gibi hissettiğim bir yazı..


"Artık eskisi gibi her haftasonu birileri ile dışarı çıkmak istemiyorum. Beni yoran ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramıyorum. Eski dostlukların da özetini çıkarmaya başladım.

İlişkilerde tasarrufa gidiyorum her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları hayatından atmak istiyorum.Yapmacık, inanmadan konuşmak istemiyorum artık. Beni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratıyor ve hak edenlere saklıyorum enerjimi. İstediğime istediğimi deme özgürlüğüne sahibim, eleştirme hakkını oluşturan yaşamışlık ve yeterli yaş faktörü artık bende de var.Ben demiştim sendromunda olanlarla arkadaşlıkları bir kez daha sorguluyorum. İlişkilerini sadeleştirmeye başlayınca sıra iyi ve kötü gün dostlarını ayıklamaya geliyor. Kötü gün dostlarını belirliyor ve onlara daha çok önem veriyorum. İyi gün dostu bulmak ne kadar kolaysa kötü gün dostu bulmak bir o kadar zor, biliyorum. Dostlar ihtiyaç olduğunda göçmen kuşlar gibi sıcağa uçuyor ve sadece seninle birlikte sürüden ayrı düşenler kalıyor..

...Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece sevginin kalacağını biliyorum. Sevgi paylaşıldıkça oluşuyor, olgunlaşıyor.

Aileme, eşime ve seçtiğim tüm dostlarıma daha önce göstermediğim sevgi ve ilgiyi gösteriyorum. Biliyorsun ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor, ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor.

Dostlarıma, kendimize yemek yapmak hoşuma gidiyor. Mutfak eskiden bir zulüm iken şimdi zevk aldığım mekanlar arasına giriyor. Farklı lezzetler denemek güzel ve kendi lezzetimi kendimde yaratabileceğim belli bir damak zevkim ve mutfak kültürüm oluştu.Sonra Sezen’in şarkısındaki gibi anneni daha sık düşünüyorsun ve hatta anlıyorsun.

İşte bu yeni alışmaya başlanan ve giderek hoşa giden yeni duruma olgunluk deniyor. Yaşamışlığın, görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının bir sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor hayatın bir dönemecinde bu olgunluk. Ne zaman dersen herkese göre, ne kadar dolu yaşadığına göre değişiyor bu olgunluk çağına ermek.İnanın bana hayattaki düşüşler, zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor. Kendi dünyanın küçüklüğünü keşfetmek ve buna rağmen kendinin kıymetini bilmek çok işe yarıyor.

Bir gün hepinizin bu huzurlu olgunluğu bulmasını diliyorum. "

Ben de diliyorum ben de! :)

30 Eylül 2010 Perşembe

Özgürlük?

"Fazla özgürlük de insanı boğabilir mi?" diyordu Cem Mumcu geçen bir yazısında. Cem Mumcu hem psikiyatrist hem yazar, yazıları arada fazla depresif gelse de tam da odaklanabileceğim konulara değiniyor hep. Tam da kendi sorguladıklarıma, kendi kendime söylendiklerime..

Yine çok sevdiğim başka psikiyatrist-yazar Irvin D. Yalom, kendisiyle lise başında "Nietsche Ağladığında" ile tanışmıştım sanırım çok değer verdiğim bir büyüğüm-arkadaşımın "Bu kitapta ya dibe batarsın ya iyice pozitifleşirsin" demesi üzerine. 2.si olmuştu... o günden beri Yalom'un kitaplarına zaafım ayrıdır, her seferinde de hakkını vermiştir.

Nitekim, Yalom'un da "Bugünün bireyler bastırılmışlıktan çok özgürlükle başetmek zorundalar."diye bir söylemine rastladım.

Kesinlikle katılıyorum! Evet kurallar kötü, baskı daha da kötü, tutuculuk yobazlık kalıplar vs çok çok kötü; ama özgürlüğün bu kadarını da kaldırıp kaldıramadığımız konusunda şüphelerim var.

Her şeyi yapabilecek olduğunu bilmek inanılmaz büyük bir enerji, bir güç. Bir bakışınla bir ses tonunla tüm duruşunun değiştiğini bilmek mesela, ya da ne bileyim istediğinde bir anda her şeyi bırakabilecek olduğunu bilmek, ya da herhangi bir şeye şu anda başlayabileceğini bilmek...
yani herşeyin sadece ve sadece sana bağlı olduğunu bilmek..
Çok büyük bir sorumluluk değil mi hakkaten??

Öyle bir zaman geliyor ki, olmak istediğin ve olman gereken yer farklı oluyor mesela.. İçinden bir adım atmak geliyor, vicdanen ya da o güne kadarki doğrularınla, ögrendiklerinle vs düşündüğünde başka bir yerde "duruyorsun" sonra.

İstediğin an aslında yapabilecek oldugunu bilmek, o "şey"e karşı koyabilecek hiç bir güç hiç bir otorite olmadığı koşullarda , herşey senin iradene ve kişiliğine kaldığında yani, yani "self-kontrol" dediğimiz şey belki de, büyük bir baskı olmaz mı bazen?

Öyle bir oluyor ki, tanrı gibi hissediyor insan kendini. istersem şunu da yaparım, buraya da giderim, şunu da söylerim, hey özgürlük! diye. Yaparsın da, gidersin de üstelik. Gerçek yani. Sonra hadi dur durabilirsen!...

Yavaş yavaş gitmek en dengeli olanı herhalde?
Sakin olabilmek, geleceğe güvenmek, "sevebilmek", "sevgine güvenmek" şu ara beni en özgür hissettiren şeyler sanırım...

19 Eylül 2010 Pazar

Evet evet ben de o milyonlarca kadından biriyim!



Bu arada,

Yarı iş yarı keyif, bir süredir "Mad Men" seyrediyorum çılgınlarca. Onun gözlemlerini de buraya yazayım bir ara.

Ama ilk söyleyeceğim şudur ki, "ünlüleri çok çok beğenme" olayını bi türlü tam beceremeyen , en son ortaokul başlarında Ricky Martin'e falan hayranlık duyabilmiş ben, bir de şunca sene sonra "Donald Draper"(Jon Hamm) hastası oldum!
Gerçe dizideki Don Draper fazla güçlü olmaya çalışan ama aslında her fazla emin gözüken erkek gibi gizlediği biiirsürü zayıflığı olan bi adam olduğundan, o devamlı karizmasını korumaya kasan hali arada bi itici gelmiyor değil. Ama Jon Hamm... :)
"Kıvanç'ı nasıl begenmiyossun yaaa aa brad pitt'i de mii nassı oluuur" diyenlere cevaben bişey bulduğum için en azından kendimi daha normal hissediyorum şu an. Evet
evet artık ben de birine "off yaaa o nasıl duruş o neydi öyle yaaa" diyebilicem.

Daha da burda kız geyiği yapmam.
Başka da bişey demiyorum.

İmajımı kurtarmam için acilen ciddi bişeyler yazmam gerekiyor bundan sonra galba?
:)

Ses 1- 2

Hayır hayır blogumu unutmadım! Hele ki yazı yazmaktan hiç vazgeçmedim!
Gerçekten.

Birsürü bahane ile gelebilirim bunca zamanlık boşluk için ama en mantıklıları ;

  • Bulundugum yerin sınırlı internet erişimi blogspot'u "riskli"görüyor. Yahu dedim açın benim önümü yazı yazıcam moda müzik takip edicem vs, ı ıh dediler. "Vınn" mı alsam napsam? yazı yazmayınca eksik hissediyorum hakkaten. şarkı söyleyemediğimde olduğu gibi. ama sanki yazı eksikliği daha da bi fazla.
  • Ayrıca yeni bir şeylere başlamak çok heyecanlı demiştim ya, bir o kadar da o sularda dengelenene kadar çırpıntılı geçen bir dönem. Yeni insanları tanı, kendini tart, iletişim dengelerini kur, iş ortamında okul kantinindeki devamlı sırıtan insan olmaman gerektiğini farket, koooca şirketin işlerini sistemini öğren, anlayamadıgın yerlerde bi kendine dön, kendine beklentilerin de uçsuz bucaksız olunca bir de onları dengele vs...
  • Denge! uff. su yolunu bulur değil mi? Azcık çırpın bakalım sevgili burcu. Zorluk istiyorum deyip duran sen değil misin hep? hah. al canım.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Hey gidi gençliğim


Hayatımın bundan sonrası oldukça "moda"içinde geçecek sanırım.

Bundan 6 sene önce istediğim üzere.. Gerçe ben müzisyen de olmak istedim, yazar da, psikolog da, sporcu da... Hepsini halen istiyorum zaten. Bir taraftan şu an bile az biraz her birinden tadıyorum zaten, vitaminlerim onlar benim.

Az uğraşmadım bir hobiyi meslek haline getirebilmek için. Birşey "öylesine" ise isteği ve coşkusu kaçıyor insanın, ve isteksizlik en korkulası ve kaçılası şey. İstenecek ve sevilecek şeyler bulunmalı içinde bulunduğun konumda diğğ mi?
Tüm yaşantım böyle geçiyor sanırım benim??

Mühendislik okurken konservatuar sınavlarına hazırlanmaya kalkıştığım dönemleri de bilirim, bunun için garsonluk yapıp para kazandığımı; ya da daha kendi bölümümün yarısındayken psikoloji masterı yapmak için okul okul dolaştığımı, kitaplar devirdiğimi; beraber yazdığım gazeteci arkadaşlarımla gelecekte kocaman yazarlar olacağımızın hayallerini de ... Kafaya koyduğumda hepsi olasıydı, ama okuduğum bölüm itibariyle moda ileriye gidebilecek "en olası" hobimdi benim. Bir hobiye tutunmasam, heyecanlanmasam okulumu bitiremeyebilirdim heralde motive eksikliğinden.

Herkesin kendi farklılıkları kendi hayalleri var, benim fazladan birşeyim yok tabi ki ama en azından benim hayatımı da bu çaba güzelleştiriyor. "İstenilen bir şeyleri yapmak" çabası.

Çıkacağım konserlerin provalarına yetişmek için sınavlarımı yarıda bırakıp çıktım, finallerim öncesi kütüphanede ders çalışmak yerine gazete odalarında yazı yazarak sabahladım, "yok artık bu okul yürümeyecek" dedim okulun en "okulda durulası döneminde " yurtdışlarına kaçıp okudum, e okulum uzadı. Uzadı da noldu? Modaya daha çok zaman ayırıp şu an istediklerimi yapabilememe sebep oldu!

Çıkarılası sonuçlar:
  • Azimle s.çan her bi'şeyi deler.
  • Okulunuzu uzatın sevgili yeni nesil üniversitelilerim.
  • Hayaller güzeldir. Hobiler daha güzeldir.
  • Bir gün sahnelere de çıkacam, dergilerde de yazacam.
  • Aslında kendim hakkında yazmayı sevmiyorum ben söylemiş miydim? İnandırıcılığım kalmamış olabilir ama, vallaha bak. Yeni işe başlayacam diye duygulandım, hey gidi gençliğim diyerek, ondan o, ondan.
  • Gerçekten istediğin bir şey için yapılan fedakarlıklar, başka istediğin bir yerler için de yol açıyor.( yok artık nereye bağladım! yok böyle bi sonuç yok yok. )
  • Yazının başında aslında başka şeyler yazmayı planlamıştım. Başka sefere artık..
  • Herşeyin hayırlısı ! :)


30 Temmuz 2010 Cuma

şiişht şşht sakin ol


Şu ara evde çok zaman geçirmemden dolayı, dünya-ülke gündemine oldukça hakimim haliyle -sonunda!-.

Hiç
televizyondadogrudürüstprogramyokyahu ya da haberlernekadarsinirbozucu tatavalarına girmeyeyim. Ama durum fena a dostlar :) Olayları geçtim, insanlar çıldırmış. Bir sinirler bir hırslar bir efendime söyleyeyeyim öfkeler, kinler..

Sertab aklımdan geçenleri yazıyor diye düşünmüşümdür hep(son albümünü günlüğümden almış diyecem neredeyse!) , bir kanıtını daha tüm insanlığa, özellikle de sevgili ülkeme ithaf ediyorum.

http://www.dailymotion.com/video/xaz9s_setab-erener-sakin-ol_music


Off bu ne sinir bu ne öfke
Aman bir telaş bir acele

Herkes birbirini boğacak
Bu gidişle sonumuz ne olacak
Kimi takmış alaturkaya
Kimi batıdan şikayetçi

Ne varki sanki bunda kızacak
Dünya hali bu gelip geçici

Şiişt şiişt sakin ol
Sinirlerine hakim ol

Kimi lahmacundan utanır
Kimi her önüne gelene gıcık
Ya uzak herkes birbirine
Ya ilişkiler vıcık vıcık
Kimi entellere düşman
Kiminden cehalete prim
Bu ne manasız didişme
Kimse kimseye birşey öğretemezmiydi

Şiişt şiişt sakin ol
Sinirlerine hakim ol

Ahhh
Ölümlü dünya ölümlü insan
Ha alim olsan ha zalim olsan
Şiişt şiişt sakin ol
Sinirlerine hakim ol

Herkesin doğrusu en doğru
Herkesin lafı bir hikmet
Sıradan şeylerde konuşalım
İş mi ay birbirimizi yemek
İlle de kusursuz olmalı
Hata yapmaya da hakkımız yok
Üçüncü şahıslar için herkes
Sancılar içinde bu kadarı da çok

Şiişt şiişt sakin ol
Sinirlerine hakim ol

kağıt kalem


İnsan depresif, sıkıntılı yazılar yazdığında bile kendini rahatlamış hissedebilir mi? O mutsuza daha yakın hale girebilip, o hal'i az biraz ifade edebildiğinde, mutlu olabilir mi?

Evet evet evet!

Hep derim, yazının başındaki insan ile sonundaki insan aynı olmuyor diye. "İfade etmek" herhalde konu. Herkesin kendini sakladığı bir yerde açıklığıyla, olabildiğince gerçek bir şeyler ifade edebilmek. Saklanması gereken bir şeyin olmamasının rahatlığı belki? İç rahatlığı dediğimiz şey?

Gerçe insan yazarak da çok iyi saklanabilir değil mi? Konuşarak yaptığı gibi. Başka bir şeymiş gibi yaparak mesela?

23 Temmuz 2010 Cuma

hızlı döngülü manik


sahne 1.

Ne kalabalık, ne tenha denilebilecek bir meyhane. Kıvamında. Beyaz örtülü masaların üzerinde türlü türlü mezeler, durup durup kaldırılan kadehler. Herkes bir şeyler anlatıyor. O'nun masası da neşeli, bir yandan şarkılara eşlik ediyor bir yandan muhabbetlere devam ediyor.

sahne 2.

Masada tek başına. Gözlerini daldığı anlamsız yerden çekip kendine gelince, sağ elindeki mendili farkediyor, ıslak. Hangi ara hatırlamıyor, göz pınarları onun kontrlünden çoktan çıkmış, ağlıyormuş.
Masadakilere bakındığında bir kaç metre ötesindeki pistte dans ederlerken görüyor, ritmini en sevdiği müzikler çalınıyormuş meğer. Herkes onu çağırıyor el kol hareketleriyle.

sahne 3.

Artık masalar bomboş, herkes ortada,eller havalarda beller kıvrılıyor. Bir anda başka başka yörelerin danslarını öğrenmeye çalışırken buluyor kendini O da. Gözlerindeki kızarıklık havadan ortamdan falan herhalde?

sahne 4.

Sabaha karşı meyhane tümden bomboş. Sandalyeler itilip sürtülüp masaların altı üstü temizleniyor. Bir tabağın kenarında nemli, büzülmüş mendiller. Çöpe doğru süpürülüyor.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Şehir -2-




"İki şey" demiştim değil mi?
Sokak etkinlikleri derken, arasında istiklaldeki değişmez kültür sokak sanatçılarından da bahsediyorum, 100 metrede bir birbirinden farklı tarz müziklerde danseden dansçılardan da, meydanda kurulan dev sahnede her gece değişik kökenli müzik gruplarının verdiği konserlerden de...

Ama en çok.. En çok
tramvayda konser işine bayıldım ben! Kırmızısına, ahşabına, tıngırmıngırlığına zaten hayran olduğum nostaljik tramvayın sahne haline getirilip tüm istiklalde ööyle dans ede ede salınması inanılmaz çekici, çok çok etkileyici. hele ki bir meksika dalgası edasıyla tramvayın geçtiği yerlerdeki insanların dans etmeye başlaması öyle güzel bir ruh ki...

Kaç sene öncesinden yurtdışındayken insanların yollarda ellerinde sıcak şaraplarıyla dansederek yürümesi olayına hasta olmuştum, yaşadığım yer böyle olmalı şöyle olmalı hayallerimi süsler halen o kareler; ve istiklalde o mutlu gevşek hali müzikle yakaladık işte son dönemde. evet elimizde sıcak şaraplar da olsa hiç fena olmazdı tabi. :)

İkinci şey'e gelirsek, sokak etkinliği başlığından çıkacak olsa da, hatta paralı hatta pahalı bir etkinlik olmuş olsa da, en azından bundan sonraki benzer etkinliklere yol açması adına, ruhu ve samimiyeti adına :
bi' büyük fest!

Boğaza nazır bir rakı festivali!! rakı ve festival kelimeleri ayrı ayrı çok güzel olan ama yanyana hayal edemeyeceğiniz yemekler gibi. Bir bakıyorsunuz harika bir tat bırakmış birliktelikleri.
Sen kalk boğaz kenarında 1500 mezeli bir masa hazırla, sahnede tam da anason kokusuna yakışır sözler müzikler olsun, herkesin elinde rakılar olsun... Daha ne olsun?!!

İki proje de istanbul'a çok yakıştı, bu şehirde bu hava olmalı, sürmeli..
Fikir babalarını da kutluyorum burdan doğru :)

Şehir -1-


Tamam sakinlik istiyor olabilirim azcık ama bazen öyle şeyler oluyor ki şehirde, gel de coşma!

Heyecandan ve beğeniden hormonlarımı allak bullak eden iki "şey" oldu geçenlerde, istanbul'umun nasıl kalbimde "tek" olduğunun bilmemkaçıncı kanıtı...

İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilmesinin ardından biz - "istanbullular"demeye dilim varmıyor- İstanbul'da yaşayan bir grup kültüreletkinliksever "Ee nasıl değişecek şimdi hayatımız?" diye merak ettik, etkinliklerin süpersanatsal olarak Tarkan, Nil karaibrahimgil gibi sanatçıların konserleriyle başlaması senenin geri kalanının da meydanda ailecek çekirdek çitletip göbek atma sanatsallığında olacağını düşündürttü haliyle.

"Severim azizim böyle entellektüel olayları" diyen benim bile ilgimi çekmeyen operalar tiyatrolar gözüme çarptı arada sonra. Kimbilir ne güzel oyunlar ne güzel konserler kaçırmışımdır tabi ama halktan ayrı bi konseptteydi sanki onlar işte.. Çok duyurulmadı; plan programları gözümüze sokulmadı diye öyle düşünüyorum belki de.

Sonra ne oldu anlamadım, gözümüze sokmaya başladılar, ama öyle böyle degil. ama bize de öylesi lazım sanki. İstanbuldaki çok küçük bi kısım haricinde üniversite gençliği bile koşturuyor,düzensiz bir plan program içinde. sanat seni içine almazsa, sen onun yanına gidemiyorsun her istediğinde ne yazık ki. yaz başından beri öyle bir oldu ki, iş güç koşturmacası içindeyken bile bi dilini bilmediğin sanatçıların neşeli ezgili müzikleri içinden geçip gidiyorsun o sıkıcı işlere. Her semtte ayrı ayrı insanı kıpır kıpır eden etkinlikler olmaya başladı.

Yaşasın
sokak etkinlikleri! ama çekirdek çitletici cinsten değil, "Aaa naapmışlar yaa vaay ne güzel yahu" dedirtecek türden.

Kadın beyniymiş, peh!

Frenklerin bir söylemiymiş;

"Ne düşündüğünü düşünürken beni düşünüyor mu diye düşünürüm, beni düşünmeyeceğini düşüneceğimi düşünerek düşünmekten vazgeçmeyi düşünürüm."

Kesin bir kadın düşünmüştür bunu!

Şu saygın üniversitenin bu değerli uzmanlarınca onlarca deneğe yapılmış yüzlerce çalışmadan bildiğimiz üzere kadın ve erkek beyinleri oldukça farklı çalışıyor zaten. Biri detaycı biri dümdüz, biri genele bakıyor biri tek olaya, biri empatik biri sistematik vs vs. Tamam erkekler tüm gün seks düşünsün, tamam futbola düşkün olsunlar daha az duygusal olsunlar hepsine tamam da, karsı taraf bu kadar karmaşık düşünmek bu kadar kendini detaylarla boğmak zorunda mı soruyorum ey evren ey biyoloji? Erkeklerinki sefa da kadınlarınki cefa mı he?

Sıkıldım ben. Biraz da erkek beyniyle yaşamak istiyorum. Vallaha bak.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Halet-i ruhiye

Gürültüsüz bir insan olasım var şu ara. Çok seslilikten sıkılmış olsam gerek.

İçim ne kadar heyecanlı da olsa bağrış çağrış eğlencelerde değil şimdilerde istediğim, ya da ne kadar kırgın olsam da yüksek sesli tartışmalarda da değil rahatlayışım.. Arkası karanlık koca kahkahalarda, aynada kendinden kaçan bakışlarda, üzerine sonradan güvensizlikle yapıştırılmış idealize duruşlarda ya da "-miş gibi"liklerde değil benim görmek istediklerim..

Bahçeye çıktım bugün. Sokakta bir kaç kedi miyavlaması, bir de çocukların oyun sesleri. Ayagımda terlikler, elimde upuzuun bi bahçe hortumu, o çiçek senin bu sebze benim... Çok deneyimli oldugum söylenemez, bacaklarıma nasıl hemen çıkıverdiğini anlamadığım toprak çamur. Terlikleri de çıkarttım oldu olacak. Toprak kokusu. Çok uzun süredir burnuma gelmeyen.. Arada çekingenlikle yanıma gelen çocuklara 3-5 şebeklik. Mutlu oldular, gördüm.
Bir kaç nane toplayıp eve dönüş. Kapıyı açtığımda duyduğum közlenmiş patlıcan kokusu, sıcak ekmek kokusu, bol zeytinyağlı mezelerin yanına anason kokusu... Yıllardır her gün yanyana olan insanların hafiften durgunluğu, ama nihayetinde bir "samimiyet".
Senelerdir aynı şeyleri söyleyen ebeveynlerin sözünü kesen "biliyoruuum"lar yerine, dinleyen gözlerle "hmm olabilir aslında"lar. Mutlu oldular, gördüm!
Sağlığımıza ve beraberliğimize, mutluluğumuza içiyoruz.

Her gün şu bilgisayarı- telefonu açtığımda haberleştiğim insan sayısını bile kestiremeyen ben, şu ara radyasyondan bile kaçmak isteğinde olup elimden geldiğince uzak dursam da iletişim aygıtlarından, önce ne zamandır göremediğim, duyamadığım değerlilerimden geliyor bir email, her bir harfi içten. Çook özlemişim. Kalabalıktan farketmemişim ne zamandır sadece, kendime şaşırdım.
Sonra şimdiki zaman değerlilerimden çok özlendiğime dair bir mesaj. öylesine değil, gerçekten öyle olduğu için. Gözlerim dolacaktı sevmekten..
Ardından başka bir telefon, halimizi hatrımızı paylaşmadan günümüzü sonlandıramadığımız canlarım...

Gülümseyerek uyuyacağız bu gece hepimiz, biliyorum. Arada kaybolanların verdiği burukluk bile bir tebessüm oluşturacak dudaklarımızda, üzerine inceden damlalar süzülse de.. Tüketmek hiç bi zaman güzel olmadı, olmamalı.

Bir sürü bir sürü şeyle çok mutlu olabilsek de biz; en çok barışıklıkla, samimiyetle mutlu oluyoruz, bugün de gördüm.


*Bugün çok mu duygusalım neyim? Seviyorum ulen hepinizi..
:)

27 Haziran 2010 Pazar

Sıfır noktası

Çok heyecanlı çok! Bir şeylere yeni başlıyor olmak inanılmaz heves verici, çok güçlü, umut dolu bir şey. Her olasılığa her zaman şans vermemden ve "kesinlikle olmaz"ları gereksiz bulmamdan kaynaklı belki, hep hiç tahmin edemeyeceğim şekilde gelişmiştir hayatım. Korkmadan bir anda kararlar verirsin, değişiverir ya her şeyin, hangi ara düşünüp uyguladığını bile hatırlamazsın, direk olayın içinde bulursun kendini falan, seviyorum o hali işte. Bodoslama atlamak mı denir, korkusuzca yaptığın herhangi bir eylem işte, yaşa anasını satayım! Hislerime, içgüdülerime vs çok güveniyorum hep, inanç mevzu..

Ne zaman bir anda değiştiriverdiysem hayatımı, iş'te, eş'te, yaşadığım yerde, hep tahmin edemeyeceğim kadar güzel yerlere bağlanmıştır. Uzun sürmüştür kısa sürmüştür orası değişir, ya da o kadar yoğun mutluluk sonrası dibe batışlar da olasıdır ama, gülün dikeni gibi bir şey o.

Senelerdir öğrencilik hayatına seve seve de olsa "bağlı kalmış" ve haliyle bir çok şeyde sınırlanmış hissetmiş biri olarak, bundan sonra neler yapacağımın belirsiz olmasına ve her tarafa kayabilecek olmasına "tamm benlik" derim! İki ay sonra kendimi tahmin etmediğim bir şehirde şu an hiç tanımadığım insanlar arasında bulabilirim. Yeni bir şeyler göreceğim ve yeni heyecanların içinde olacağım kesin, "yeni" işte! Yeni bir şeyler kazanıcam. Şimdiki halden bir şeyler vererek değil, bunları koruyup üzerine bir şeyler ekleyerek. Ve yeni sorunlarım da olacak evet:) Olsun yani eee? Hallederiz :) Her olasılığa açık ve nasılsa inanılmaz bi güven içinde bekliyorum şimdi hangi olasılıkların ağır basacağını.

Çok heyecanlı çok...

25 Haziran 2010 Cuma

Gelsin hayat bildiği gibi

En iddialı olduğum ve en güvendiğim şey belki bu kendi içimde; en çok şükrettiğim, en büyük şansım...
"Az hata yaparım kötü şeyler yaşamam" asla diyemem, "Az üzülürüm hemencecik atlatırım herbişeyi"
diyebilmek gibi gibi bir insanüstü yeteneğim de yok; tersine dibine kadar yaşamayı seviyorum her seferinde resmen, yoğun yaşamışsam bi güzel de üzülürüm niye bir şey hissetmemişim gibi kendimi kandırayım, kendime ayıp :)
Ama, üzen şeyleri ne pahasına olursa olsun üzdükleri yerde bırakabiliyorum galba.
Egoyu, dişilik hırslarını vs umursamadan. Hatta kendimi geri planda bırakmayı göze alıp.

Asla kin yok, asla nefret, öfke, hırs vs yok öyle şeyler.. Ne herhangi bir insana, ne herhangi bir olaya. Kadere şansa kendine kızmak falan da yok. Dün güzel anıp özel tanımladıklarımıza bugün lanet okumak kendimizle çelişmek olur herhalde en başta.
Hatta ne kadar çok sevebilirsem onları o kadar içim rahat ediyor aslında. Yaşadığın her şeyle barışık olmak yaptığın söylediğin her şeyin arkasında durabilmek o kadar büyük bir iç rahatlığı ki. Azcık sevimsiz olan, ne yazık ki bir daha eskisi kadar sevemiyor olduğunu görmek. İçtenlikle ve "sevebilmek"le yaşayan insanlar olduğumuzdan, içten içe içim rahat etsin diye onları haklı kendimi haksız görmeye ya da herşeyi sıfırlamaya çalışsam da, içim almıyor galba. Çaba versem de temize çıkartamıyorum beni üzen şey her ne ise... Çünkü eminim ki sevgim gitmesin diye sonuna kadar zorlamışımdır zaten, sonuna kadar onun tarafında olmuşumdur zaten; ama buna rağmen içimden kopabildiyse bir şeyler hakkaten eşik değerini aşmış demek ki olaylara kırılmışlığım.

O olayları hayatının orasında bırakabilmek, bir dönem hayat enerjin olan olayları şimdi istesen de önemseyememek, inanamamak, takıntı olmaması adına iç ferahlatıcı, ama bir o kadar "yazık oldu be" duygusuna yaşatıyor. "Hayal kırıklığı" işte... Ne güzel de ışıldıyorduk mutluluktan, ne güzel sevebiliyorduk o anımızı... Şimdi herşey yine sıfır noktasında. Daha öncekiler hiç yokmuş gibi. Duygu tüketici bir şey. Nefretten öfkeden daha acıtıcı bu aslında.

Ve asla pişmanlık yok. Ne yaptığım ne yapmadığım herhangi bir şey için. O kadar içim rahat söylerim ki bunu. İşte en büyük şansım bu herhalde. "Şimdiki aklım olsa daha farklı yapabileceğim" şeyler vardır sadece biraz. Ama o zamanki aklıma da yaptığı her neyse saygı duyarım:) Eminim o an koşullarına göre en kendine göre olanını yapmıştır.

Ne olabilir ki? En fazla ne olabilir ki?? Kendi hayatımla ilgili korkamıyorum nasılsa. Heerbir şey geçiyor işte. En olmaz dediğin şeyler de oluyor, en dayanamam dediğin şeylere de gayet dayanıyorsun. En fazla kendine biraz zarar veriyorsun üzül süzül falan.. Başkasına zarar vermediğin sürece, yanlış yapmadığından kendin emin oldugun sürece, vicdan rahatlıgı mı derler, kendinden ödün vermemek mi, karakterinden emin olmak mı.. İşte onu hissedebildiğin anda her şekilde yola devam ediyorsun, içinde aynı umutları tasıyarak, aynı güzelliklere inanarak. Gerekli derslerini almış oluyorsun sadece. Güvenmek için birazcık daha zamana ihtiyacın oluyor, azcık daha temkinli davranıyorsun. Ama asla kendine inancına zarar gelmiyor kendi doğrularını bilerek, "farkında olarak" yaşadığında.

Basamak basamak işte... Sen o basamakta kalmak için diretmedikçe bir sonraki basamak her zaman oluyor.

24 Haziran 2010 Perşembe

Hangisi daha kolay?

Sanmıyorum ki herhangi bir yerde takılıp kalayım.
İnsanın kendi kendine koyduğu sınırlar kadar tehlikeli değil hiçbir şey, kendisine ya da çevresine yapıştırdığı önyargılı kişilikler ve buna kendini inandırması kadar uzaklaştırıcı ve sınırlayıcı olamaz başka bir " gerçek sorun".

Geçmişte kazandıkların, kaybettiklerin, yaşadıkların, gördüklerin öyle kirletiyor ki aklını, kalbini... Objektif bakamaz oluyorsun en sonunda, ne kendine, ne O'na, ne diğerlerine.

"Eternal sunshine of the spotless mind" tadında ütopik bir beklentim yok, ama en azından babamın kendimi bildim bileli en çok verdiği öğüdü tutabileyim : " Hiç bişeye karşı önyargılı olma, ne kötü önyargılı, ne iyi önyargılı. "

Herkes kendi mazisinden yola çıkarak çiziyor çerçevesini ve geçmişlerden yola çıkılarak oluşturuluyor hep gelecekler.

Gerçeği görmeye engel, şimdiki zamana kendini bırakmaya engel, "doğalını" yaşamaya engel kendi içimizde saplanıverdiğimiz inançlarımız. "İyi ya da kötü önyargılarımız".


Mazi ve inançlar alışkanlık yaratır ve alışkanlıklar da herzaman daha kolaydır, bilirim. Tehlike burada başlıyor zaten. Yaralarından uzaklaşınca iyileşeceğini bile bile, onlara sadık kalmak istersin bazen, o yaralardan uzak kalmak daha yabancı hissettirir sana kendini, yaraları kaşıdıkça ne fes alabiliyorsundur sanki sadece. Kendini daha yalnız hissedersin senelerdir olan inançlarını ve korkularını atmaya kalktığında, o inançların seni dibe cekebileceğini bile bile. Bir türlü çözememiş olmanın verdiği bir zayıflık belki de. Çözebileceğin günü beklemek o yarayı silmekten daha cazip geliyor ve kurtulmak bile istemiyorsun. Hatta bu yüzden seni daha iyi hissettirecek bir sürü şeyin kötü tarafını görmek istiyorsun. Kendini haklı çıkarmak, o inançlarının doğru olduğunu ve gercekten yaraların hep var olduğunu kendine kanıtlamak seni rahatlatıyor sanki, kendine geliyormuşsun gibi. Kendini hatırlıyormuşsun gibi. Görmek istediklerini görüyorsun yaralarını devamlı taşımak için sonra da. Hastalık işte. Bataklık. Ve vurguluyorum, bir o kadar da, "seçim".

Herkesin var birsürü yarası beresi. Nerelerden geçmedik şunca senelerdir?
Hem kendim yürüdüm o yollardan, hem yürüyenlere eşlik ettim, hem seyrettim.. Arada kendi yolumda düştüm kaldım, arada başkalarının bataklığına saplandım. Ama hakkaten sanmıyorum ki artık bir yerde takılıp kalayım. düşerim kalkarım düşerim kalkarım... En doğalıyla, en "insanca"sıyla. daha ne yollar var kimbilir, önümüz açık..

Dışarıdan seyretmen gerekiyor bazen kendi hayatını, çıkmazlara düştüğünde. Senin eline yapış yapış endişeler ve korkular tutuşturup elini kolunu balçığa bulayarak geçivermiş olan mazinin arkasından bakakalmak yerine; iki dakikalıgına onu görmezden gelerek, zihnini kısacık bir süreliğine temizleyerek düşünmek gerek, hele ki karar aşamalarında.
En azından bunun farkına varıp çaba göstermenin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. İçi ferahlayıveriyor insanın o an, büyük yüklerden kurtulurmuşsun gibi. Umut dolabiliyorsun geçmişi siliverdiğinde.
Yok saymak değil bahsettiğim asla. Tortularından ve isinden pisinden temizlenmek gibi bir şey.


Geçmişine değil de geleceğine odaklandığında o kadar da zor değil hiç bir şey. Ufacık bir bakış açısı değişikliği sadece. Birazcık çaba. Seçim ve kendini kontrol. Ama en önemlisi, istek.



22 Haziran 2010 Salı

kirli hafızalar


Ahmet Altan kör noktaları iyi göstermiş.. Bir şeyleri iç rahatlığı ve doğalına bırakarak yaşamak ile aynı şeyleri farketmeden şartlanmışlıkların ve kemikleşmiş önyargıların esirliğinde yaşamak arasında ne korkunç ne soğuk ne iğrenç bi uçurum vardır...


"İki yabancıdan, hangisinin nerede bitip hangisinin nerede başladığı anlaşılamayacak tek bir varlık yaratıp, sonra o tek varlığı parçalayıp ondan iki kederli yabancı çıkartan korkunç büyünün büyücüsü kimdi?
Tanrı bir anlığına yeryüzüne eğilip usulca üfleyerek hafızamızı silseydi ve biz yaşanmış her şeyi unutarak, iki yabancı gibi yeniden karşılaşsaydık ne olurdu? Yaşadıklarımızı tekrar yaşamak için tekrar birbirimize doğru yürür müydük?"

“Niye yan yanayken birbirlerine aşık olamıyorlardı da, ancak hafızaları silindiğinde, birbirlerini yabancı sandıklarında yeniden ortak sevgilerini yaratabiliyorlardı?
Önce onları birbirine yaklaştıran “ilişki”, büyüdükçe sanki onları iki yana doğru itiyor, mutlu anlardan çok mutsuz anlardan beslenerek irileşiyor, iki kişinin arasında bir bağ olmaktan çıkıp bir duvara dönüşüyordu. Aşılması güç bir duvara. İlişki dediğimiz, iki insanın ortak hafızası…”

“İlişki olmadığında ben sevdiğimin ruhuna ulaşamıyorum, onunla kaynaşıp tek bir varlık haline dönüşemiyorum; ilişki olduğunda da ortak hafızamın lekelerinden sevgimi, kendimi, sevdiğimi koruyamıyorum.

Sevgimiz ilişkimizle lekeleniyor.

Biz ilişkimizle birbirimizden kopuyoruz.

Bizi bağlayan, bizi ayırıyor. “

Ahmet Altan.

21 Haziran 2010 Pazartesi

"anlatmak" mevzuu


Bir şeyler anlatacaksam, o şeyi en açıklayıcı, en iyi en içten anlatabilmek ve içimden geçeni en açık şekilde ifade etmek isteğimden (alışkanlık ya da takıntı da olabilir) dolayı, bazen yazmaya hiç başlayamıyorum. Zaten "içinde tutamayan" bi insanım, ve o içimden o kadar çok şey geçiyor ve o yoğunlukla onları o kadar çok yere bağlayabiliyorum ki, o çokluğu yazıya hakkettiği gibi taşıyamayacağımı ve bişeylerin mutlaka eksik kalacağını düşünüp, en başından vazgeçiyorum içindekileri cümleye dökmeye çalışma olayından.

Herşeyi anlatma isteğim falan yok bu sefer o yüzden. Sonunda kendimi (kendime bile) anlatmaya çalışmaktan yorulmuş ve sıkılmış da olabilirim..Hatta anlatmaya hiç gerek duymamaya kadar aştım şu ara. Büyük ilerleme benim için.

Basitlik-netlik-yalınlık iyidir. Neyse o..
İçimden iki cümle geçtiyse onu on cümleyle daha da anlaşılır hale getirmeye karışıklaştırmaya lüzum yok dedim en son.
Herşeyi anlatma çabası olmadığında daha çok şey anlatabiliyorsun bazen hem.